9 Haziran 2012 Cumartesi

Deprem II


“Sonra bir akşam onu gördüm…”
O anı görmeliydiniz. “Onu gördüm”, derkenki ifadesini, alın çizgilerinin gevşeyip, dudak kıvrımlarının ince bir mahcubiyetle gülümsememek için kıvranışını… evet hazır olun baldır-bacak mevzuuna girmekteyiz !
Bir akşam iş nedeniyle büyükçe bir yemek organizasyonuna davet edilmiş. Aslında hiç adeti değilmiş akşamları ev dışında bir yerlerde olmak, ezan saatlerinde namazı geciktirmek. Mümkün mertebe gelen davetleri geri çevirir, mutlaka gitmesi gerekirse 17 yaşındaki kızıyla birlikte gidermiş. Ancak o akşam ne olduysa tek başına o yemeğe gitmiş.
“Basiretim bağlandı sanki” diyor. Reddedememiş daveti.
Sonra onu görmüş…
“Affınıza sığınarak Minaanım, o güne dek gördüğüm Cenab-ı Allah’ın yarattığı en güzel şeydi.”
Çarpılmış ilk görüşte. “Uzun, gür, dalgalı saçları vardı… Kahverengi ama nasıl bir kahrevengi… parlak, sanki alev almış gün batımı gibi beline dökülüyor. Burnunda hızması, yanağında beni, gözleri sürmeli, sanki sene 1970, Türkan Şoray bir filmden çıkmış gelmiş karşımda gamzelerini çıkararak kahkahalarıyla meclisi çınlatıyor…”
(Türkan Şoray’ın gamzeleri yok esasında ama bunu söyleyip de adamın ahengini bozmayım dedim.)
“Tam bir esmer güzeli… Gerçek olamayacak kadar güzel, hayal gibi, rüya gibi bir şey…”
Aşık olmuş ilk görüşte anlayacağınız. Bütün gece gözlerini ondan alamamış.
“Kırmızı, böyle yakası biraz derin bir bluz vardı üzerinde (eliyle oyuk yaka gösteriyor) uzun siyah eteği, topuklu ayakkabıları, allı gülü bir şalı, parlak bir çantası…”
Bu noktada mevzuya biraz uyanır gibi oluyorum. Fileli çorapları da var mıydı diye soracakken yine tutuyorum kendimi. Derken hikayenin gelişi beni pek yanıltmıyor…

O gece kıvranıp duruyor. Yanına gitse bir türlü, gitmeyip birilerine sorsa başka… “Halbuki bizim çevrede çapkınlık hoşgörülür erkekler arasında. Utanmamı gerektirecek bir şey yok ama alışmamışız Minaanım, nasıl olur, nasıl söylerim, bir duyulsa ne ederim?”
Lakin gönül ferman dinlemiyor ve bakışlarını fark eden işbilir bazı personelin de gayretleriyle önce adını öğreniyor afeti devranın, sonra bir buluşma ayarlanıyor. Şöyle şehir merkezine biraz uzak, ıssız, ayak altı olmayan bir çay bahçesinde.
“Önce biraz şüphelendim aslında, fazla rahattı tavırları, hemen bir senli benli olma, hafif argoya kaçan laflar… Ama görmezlikten geldim. Konduramadım, yakıştıramadım…”
Bu noktada bilmem bu hanımcağızın “profesyonel” olduğunun kısa bir süre sonra ortaya çıktığını söylemeye gerek var mı?
Devam etti: 
“Bırak dedim bu işleri. Ben sana bakarım, ev açarım, gül gibi geçinirsin dedim.”
Yanlış anlamayın bu teklifi yaptığında henüz eli eline değmiş değil… Küp gibi aşık, ayakları yere varmıyor, hülyalarda…
Nuh demiş peygamber dememiş, kabul etmemiş kadın. Daha genç, güzelliği dillere destan, adını, namını duyanlar kilometrelerce uzaklardan çıkıp geliyor. Neden tek kişiyle tek gelirle kendimi kısıtlayayım demiş olabilir… Ya da belki bambaşka bir nedeni vardır, kim bilir…
Bir zaman böyle gizli saklı buluşup konuşmuşlar. “Liseli aşıklar gibiydik” diyor. Sonrasında bir terk edilme ve gecesinin gündüzüne karışıp, mecnun gibi kendini ortalığa salma dönemi…
Neyse lafı uzatmayalım, sonunda kadın ne derse ne isterse “peki” diyecek kıvama geliş. Ve kadının “evim” dediği ancak bir randevuevi olan mekana ayak basış… “Onu görmemektense bu hayat tarzına razı oldum Minaanım ama hatayı da tam bu noktada yaptım zannediyorum çünkü bedeli ağır oldu.”

Şekerpare’yi izlemiş miydiniz? Hani Şener Şen oturak alemindeyken deprem olup da ev yıkılıyordu? Daha doğrusu deprem olduğunu zannediyorlardı ama aslında bu amirlerinin mezaliminden bıkıp usanmış personelin hazırladığı bir tuzaktı?
Ayıp olacak gülmeyim diyorum ama…

Adam bir gün iki dirhem bir çekirdek, hayatında ilk kez parfümler sürerek gidiyor eve. Heyecandan buz kesmiş; koynuna girecek!
Kadın deneyimli, işveli, yol yordam biliyor…
Neyse efendim heyecan yatışmasa da olay bir şekilde vuku buluyor ve tam en dramatik (!) anda ortalığı tozu dumana katacak, onlarca binanın yıkılıp, yüzlerce insanın öleceği o deprem gerçekleşiyor ve zaten iki katlı olan malum “ev”in kagir üst katı olduğu gibi yıkılıp yola düşüyor ve giriş kattaki odada yorgansız aşna fişne eden çift 20 saniye içinde anadan üryan şehrin orta yerinde kala kalıyorlar.

“Siz ciddi misiniz” diye sormak oldu ilk tepkim.
“O sırada okul dağılıyor olmasa, hatta saat öğle tatiline değil de mesaiye denk gelse yine bu kadar kıyamet kopmazdı” dedi cevap olarak.
O kadar yürek yakan bir trajedinin ortasında, dedikodu aşkı kendine ne yapıp edip bir alan açıyor ve şehirde bunu duymayan kalmıyor. Ailesi de tabi… Karısı terk ediyor. Çocukları küsüp annelerine arka çıkıyor, iş yerinden ömründe ilk kez hakkında açılan bir soruşturma sonrası disiplin cezası alıyor. Akrabaları “senin cenabetliğinden belki Allah o depremi verdi başımıza” deme raddesine kadar getiriyorlar kınamalarını.
Toparlanıp tayin istiyor ve tek başına buraya taşınıyor. “46 yıl özene bezene kurduğum hayat 20 saniyede alt üst oldu Minaanım.”
Diyeceksiniz ki sana niye geldi?
Travma sonrası stres bozukluğu.
Uyuyamıyor, sürekli deprem olacak korkusuyla eve giremiyor, bir de “aşk acısından hala yüreği yangın yeri gibi”. 

8 Haziran 2012 Cuma

Deprem


“Oğlanın babaannesini doktora götürdüm” dedi Müdananım geçen gün aldığı izinle ilgili. Kadın hem yüksek tansiyon hem de diyabet hastası, kemik erimesi var ve de gözünde katarakt oluşmuş en son. “Bir gözü toprağa bakıyor”dan bir tık daha iyi durumda anlayacağınız.
“Benden başka götürecek kimsesi yok. Az etmedi bana ama ne olursa olsun oğluma bakıp büyüttü.”
“Adamı hasta etme Müdananım, çocuğu senden zorla almış, senelerce yüzünü göstermemişler, ne bakıp büyütmesi?”
Ben kızdıkça savunmaya geçer,  iyice deli olurum o yüzden fazla uzatmadım.
Zaten halen üzerimdeki şaşkınlığı atmaya çalışıyorum. Duyup duyabileceğiniz en absürd hikayeyi dinledim az önce. Gülmek, şaşırmak, üzülmek arasında gidip gidip geldim.
46 yaşındaymış adam. Bu şehre yeni taşınmış.
“O meşum olaydan sonra kalamazdım orada artık Minaanım.”
Önce beni kekliyor sandım. Ya da kayış atmış, uydur uydur ipe diz olayları başına gelmiş gibi anlatıyor. Ama yerel gazetelerden birinin fotoğrafını çekmiş, telefonundan bana gösterdi. Adı sanı yoktu neyse ki gazetede ama küçük yer, herkes duymuş, öğrenmiş, sentetik fabrikası yangını gibi anında yayılmış.
Olayın geçtiği yer ve zamanı kendimce geçerli sebepler yüzünden söylemeyeceğim.
Size anlatabileceğim kısmı şu:
Bir delikanlı memleketinden uzakta üniversite eğitimi alırken ailesi tarafından teyzesinin kızıyla nişanlanır ve birkaç ay içinde evlenirler. Hiç kız arkadaşı olmamıştır delikanlının. Okulda o zamanlar uzaktan beğendiği bir kız olduğunu şimdi hayal meyal hatırlıyor ama o kadar. Ne aşk ne tutku…
Okul biter bitmez memlekete dönüyor ve evin en küçük ve en son evlenen çocuğu olarak zaten akrabaları da olan karısıyla birlikte kendilerine ayrı bir ev açılmıyor. Kalıyorlar baba evinde. Baba evinde kendilerine ait bir odaları olmuyor. Geceleri evin oturma odası-salon gibi kullanılan kısmında yer yatağında yatıyorlar ve fakat bir kapı olmadığı için eşiğe bir çarşaf geriliyor.
Gelin hanım bir gün kaynanasına azıcık dertlenir gibi oluyor. “Bir odamız, kapımız bile yok teyze ne torunu” diyor. Önce bir güzel dayak yiyor. Sonra kaynatası hak veriyor. “Haklı çocuklar bu çarşaf burada eğreti duruyor” deyip, eşiğin yüksekçe iki tarafına beton çivisi, alt taraflara da normal insanların perde tutturmak için astığı aparatlardan alıyor, iki çivi arasına çamaşır ipi geriyor ve kalın kumaştan bir perde diktiriyor.
Zaten kardeş gibi büyüyen iki gençten, bir de perdeyle ayrılan bir odada, yan taraftan horultu ve osurmalarını duydukları ebeveynlerinin yanı başında çiftleşmeleri ve bu çiftleşmenin de çocukla sonuçlanması bekleniyor.
Fakat ana babanın bir bildikleri varmış demek ki, bir sene içinde ilk çocukları oluyor.
Bu düzen yıllarca devam ediyor ve daha geniş bir eve taşınana kadar üç çocukları oluyor. Ancak sadece çocuklarla genişlemiyor aile, gelinin otistik erkek kardeşi ile annesi de bir süre sonra onlara katılıyor çünkü babası vefat ediyor.
Haldır haldır çalışıp bütün enerjisini işine veriyor bizim şu anda 46 yaşında olan erkek hasta. Bürokraside git gide yükseliyor ve bulundukları il sınırları içinde hiç de önemsiz olmayan işler beceriyor ve “bir yerlere” geliyor.
“Hiç haram yemedim Minaanım,” diye anlattı, “rüşvet almadım, avantaya tamah etmedim, zayıfı, fukarayı kolladım, kimsenin hakkını bir gram başkasına geçirmedim, hep çalıştım, çabaladım, sade kendime değil haa, insanlar için de çalıştım, hizmet ettim.”
Bu anlattıklarından şüphe duyurmayan bir hali tavrı vardı hastanın. Üstü başı temiz, ütülü, oturuşu saygılı, ses tonu ölçülü ve yüzü “kederli”.
Kederli ve üzgündü yüzü. Samimi bir acı bakışlarında. Gözlerini yerden zorla kaldırabildiği, içine çöreklenmiş bir mahcubiyet, hatta belki utanç…
Anlatırken ne kadar zorlandığı belli oluyordu. Yüzü kızararak 46 yıl boyunca hiç mutlu olup olmadığını düşünmediğini, karısını sevip sevmediğine kafa yormadığını, kaderini sükunetle kabul edip haline şükrettiğini anlattı.
Ve sürdürdü:
“Sonra bir akşam onu gördüm….”

-devam edecek-

7 Haziran 2012 Perşembe

Gün ortası


İlk görüşmeden alı al moru mor, suratı Çarşamba pazarına dönmüş halde çıkan çok olur odamdan.
Bazı insanlar kafalarında bir şablon oluşturur, kendisini, henüz tanımadığı terapistini ve yaşadığını kendine itiraf etmekte halen zorlandığı sorunu her ne ise onu yerleştirir bu şablonda bir yerlere ve gelir.
Büyük bir zevkle altüst ederim beklentilerini.
“Dışarıda seni bu dediklerin için onaylayacak üstelik de bunun için senden para almayacak bir sürü insan var zaten, ben bununla uğraşamam!”
“Öfke” duygusunu çalışmak için uygun bulurum genelde. Öfke pek çok başka gereksiz duygunun yanında en insani olanmış gibi bile gelir bazen. Maskeler, öfke üzerinde kendine tutunacak yer bulamaz. Savunmalar kapakları açılmış bir baraj gibi setini indirir öfke karşısında. Samimiyet ve gerçeklik vardır öfkede. Düşünün, mutluluk, üzüntü, şaşırma taklidi yaparsınız, bazılarınız başarılı bazılarınız ancak hülya Avşar oyunculuk kabiliyeti düzeyinde, ama öfkeyi yapmaya başladıktan sonra çoğunlukla gülmeniz gelir. Öfkeyi oynamak zordur. O yüzden bana öfkelenilmesiyle baş edebilirim. Hatta bunu tercih ettiğim bile söylenebilir.
Geçmiş karşıma “kayınvalidesiyle 4 yıldır küs kalmakla ve onu evinden içeri bile sokmamakta ne kadar haklı olduğuna” beni ikna etmeye çalışıyor.
“Dedikodu yapan kadınları hiç sevmem biliyor musun?” dedim.
“Dedikodu değil, gerçek ama bunlar!”
Neyse ne! Bana ne senin kaynanandan!
“Pekala, seni terapi hastası olarak kabul ediyorum ancak kaynananla ilgili tek bir kelime dahi söylemeni şu andan itibaren yasaklıyorum görüşmeler sırasında.”
“????”
“Anlaşıldı mı?”
“İyi de ben bunun için geldim size. Onu konuşmazsam ne konuşacağım?”
A-haaaa! Bunun için psikolog olmanıza gerek yok. Ortada neyin döndüğünü görebiliyor musunuz?
Kendine şikayetlerinden bir dünya kurmuş insanların oltasına gelmemek lazım… Girmeyin o toplara…

“Minaanım Tokmak Bey aradı!”
Ay bu kadının da telaşı beni öldürecek.
“Evet?”
“Görüşmek istedi, biz size dönelim dedim.”
“İyi ya döneriz müsait olunca.”
“Ne zaman müsait oluruz?”
Sessizlik dolu bir göz dikişle taçlanan ifadesiz göz hapsi…
“Hayır yani bir daha rahatsız etmemek için…”
Hep işe yarar !
“Ben söylerim arayacağımız zaman Müdananım.”
Bu kadının Tokmak Bey’le ilgili hissiyatını henüz anlamlandıramadım. Üzerinde çalışıyorum. Yakındır çözerim.
Neden doğruca sormuyorsun diyecek olursanız, ben de size komik olmayın derim. Farkında olsa böyle davranmaz zaten. Ya da öyle kuvvetli bir çağrışım ki, farkında olduğu halde telaşını benden gizleyemiyor.

“Minaanım rahatsız ediyorum ama ne siz sorun ne ben söyleyim!”
Tövbe estağfurullah! Kafayı içeri uzatmış, dediği lafa bak.
“O zaman ben sormayım siz de söylemeyin Müdananım.”
“Ama söylemek zorundayım çünkü yoldayım geliyorum dedi.”
“Kim? Tokmak Bey mi yine?”
“Daha fena…”
Daha fena kim olabilir demeye kalmadan trinkkk ! bir jeton sesi.
“Necibe??”
“Necibe.”
Biliyordum… Biliyordum…

6 Haziran 2012 Çarşamba

Fındıkkıran


Müdananım evlendiğinde 17 yaşındaymış. Tabi o zamanlar Müdananım değil sadece Müdana imiş. Görücü usulü ile evlendirmişler kocası olacak adamla. “Evlenmeden yüzünü ya bir ya iki gördüm” diyor. Liseyi yeni bitirmiş, üniversite hayalleri kurarmış. Gerçi çok parlak bir öğrenci olduğu da söylenemezmiş ama biraz gayretle kapağı bir yerlere atabileceğine inandığını söyler hala konu açıldığında. Olmamış. Kısmet.
Genç irisi, gösterişli bir kızmış. “Güzeldim de şimdi Allah var” diyerek çapkınca gülümser anlatırken. Bir sevdiği varmış o vakitler. Öğretmen okulunu bitirip, askere gitmiş. Dönünce alacak, söz vermiş. Gözü yolda onu beklermiş.
Kim görüp de kocası olacağın anasına babasına söyledi, kim sebep oldu bilmiyor ama günlerden bir gün babası akşam işten eve geldiğinde, “yarın kıza bakmaya gelecekler” diye buyurmuş. Ne annesinin ne de kendisinin sesi çıkabilmiş. Baba konuştu mu akan sular durur, onun sözüne karşılık verilmez, buyruğuna itiraz edilmezmiş. Susup boynunu bükmüş çaresiz.
Gelip bakmışlar nitekim. Bakıp da beğenmemek mümkün mü taze goncayı? Haftasına sözleri kesilmiş. İlk o gün görmüş kocası olacağı. Bir ince kırmızı kurdelenin iki ucunda sallanan ipince 14 ayar iki altın halka ile kaderini ömründe ilk kez gördüğü bir adama bağlamışlar. “Başımı kaldırıp bir kez baktım sadece” der, “zaten bakmamla dünyamdan geçtim, bir daha da gözüm gözüne uzun müddet değmedi.”
Hiç ısınmamış adama içi hiç… Hoş ısınsa da bir ısınmasa da… Söz kesilmiş, ardından nişan, resmi nikah, derken yaz gelmiş, düğün dernek edilecek Müdana baba evinden davul zurnayla çıkıp, akrabalardan birinin beyaz Toros’uyla gelin gidecek. Son gecesi baba evinde. Kendi yatağında, nazlı nazlı salındığı evinin odalarında son bekar adımlarıyla sabaha kadar dolaşıp durmuş.
Aklı askerden ha döndü ha dönecek sevdiğinde. Sözün takıldığı hafta oğlanın annesiyle haber yollamış. Gelsin kaçalım demiş. Ses seda çıkmamış. Sene 1975.
Tam yumurta kapıya dayanmış, (oğlan hakkaten yumurtaya benziyormuş) damat bol paçalı takım elbisesi, geniş yakalı sarı gömleği, sofra bezi gibi kocaman kravatı ve yumurta topuklu yeni boyanmış ayakkabılarıyla kapıya gelmiş ki, Müdana aşırı doz yumurtadan kabarıp kaşınmaya başlamak üzereyken davulcuyla zurnacının arasında tanıdık bir simayı seçmiş uzaktan.
Geçmiş olsun…
Binmiş arabaya, düğüne gitmiş. “Bekledim aslında utanmaz rezil, gelir de limonatayla kuru pastanın derdine düşer diye ama görünmedi ortalıkta” diye anlatır.
Detaylara bilmem gerek var mı, nasıl mutsuz ve kahır dolu bir evlilik olduğunu anlatmak için. “Bari çocuğum olsaydı hiç değilse onunla oyalanırdım, adam bir de kısır çıkmasın mı, kaldık Abud’un kazı gibi ikimiz evde baş başa. Neyse ki adam kahveden, pişpirikten kalkıp da eve yatmadan yatmaya gelir. Ben de başladım örgüye, tığ işine…”
Müthiş bir koleksiyon hazırlar seneler içinde. Envai çeşit dantel örtüler, örgü hırkalar, kazaklar, battaniyeler… Hayattan alamadığı muradını göz nuruyla ipliğin, yünün üzerine ilmek ilmek dokur.
Fakat Müdana bu, içi fıkır fıkır! Neşeli, cilveli, kahkahası sokağın başından duyulur, inciğinin boncuğunun şıngırtısı, terliğinin şıpırtısı o köşeyi dönmeden kendini belli eder. Koca desen, yüzü gülmez, lafı dinlenmez, elinden iki iş gelmez, oturmayı kalkmayı bilmez, nursuz, suratsız, içi çekilmiş kış kabağı gibi…
Hikaye tam da burada bir nevi “Fahriye Abla”, “Teyzem”, “Ah Belinda” minvalinde en Müjde Ar’lı filmlere bağlanır.
Birkaç sene malum vaziyet gizli kapaklı sürer. Sonra dedikodular alır başını yürür. Ama dedikodu bu; “Vallahi bir yaptığımı onbir anlattılar Minaanım!” Müdana bir şehir efsanesinden hallicedir artık.
Kocasının kulağına kadar gider laflar. Önce kavga dövüş, sonra dayak, hırgür… Taşınırlar… Hatta mahalle değiştirmek yetmez, kocası olacak tayinini ister, memleketin taa öbür ucunda bir kasabaya giderler. Deniz kıyısında.
Hata! Büyük hata hem de! Denizi görünce ufku daha da genişleyen Müdana bu kez de “ben çalışmak istiyorum” demeye başlar. Kabına sığamıyordur çünkü. Oturup iki çift laf edemediği bir koca, çocuksuz, bomboş iki göz bir ev, salça yapıp, biber kurutmaktan başka macerası olmayan komşu muhiti… Darlanır Müdana. Afaganlar tez vakitte tepesine üşüşür.
Velhasıl birkaç seneye kalmaz oradan da taşınırlar. Sıradan bir evrak memuru olan adam zannedersiniz subay! Memlekette gezmedik köşe bırakmamışlar.
Oysa olan biten çoğunlukla dedikodudan ibaretmiş. “Ben o heyecanı seviyorum Minaanım, yoksa haramda günahta vallahi gözüm yok!” Tabi ki vaktinde yaşanmayan ve tatmin edilmeyen genç kızlık arzularının yaşamın geneline işlevsel olmayan bir şekilde yayılması ve çocuk sahibi bir anne olamayınca bir türlü erişkin bir kadın kimliğine bürünememe olarak da yorumlanabilir bu durum. Bakış açınıza bağlı. Bir de iyi niyetliliğinize J
Pekiiiii, hatırlarsanız size babaannesinde kalan, cinsel yöneliminden kuşku duyduğum bir oğuldan ve seneler sonra ortaya çıkan gençlik aşkından söz etmiştim… Neler oldu dersiniz?
-devam edecek”



Necibe Göründü !!


Sabah bir gümbürtü kıyamet koptu apartmanda. Biz genelde akşam saatlerinde alışkınız aksiyona, yataktan nasıl fırladığımı bilemedim. Timur benden önce dikilmiş kapının önüne, nerede kaldın der gibi ter ters bana bakıyor.
“Bak”, dedim Timur’a, “bu kapıyı açmamak için son şansımız, sonrasında olabileceklerin garantisi yok.” Bakıyor ciddi ciddi. “Allah bilir yine ne oldu ve Allah bilir ucu neresinden bize dokunacak! Gel açmayalım, hiç duymamış gibi davranalım.”
Dayanamadık. Açtım kapıyı. Timur sağlamcı, arkama geçti, bacaklarıma sürtünerek izliyor olan biteni.
Ben apartmanın en üst, çatı katı olarak tabir edilen dairesinde kalıyorum. Kuş bakışına benzer bir seyir alanım var. Hal böyle olunca kapıyı açınca, katta bizden başkası olmadığı için hiçbir şey göremedik. Baktım Timur’a, “İnmesem daha iyi.”
İndim. Zaten iş yeri olmayan bizden başka topu topu 4 daire var. Bir tanesi 2. kattaki tıbbi mümessil, hani daha önce de bahsetmiştim. Birinde bir karı-koca oturuyor. Kadın ses sanatçısı (!) Bir diğerinde yaşlıca bir teyze var. Diğeri de Necibe. Ne zamandır yoktu. Bina olarak, iş yerleri ve civardaki esnaf da dahil hepimiz rahat ve huzur içindeydik. Gelmiş. O gürültüyü duyunca Necibe’yle ilgili bir şeyler olduğunu anlamalıydım.
“Yetişin komşulaaar, Necibe gelmişşş!!!” diye bağırasım geldi kapısının önündeki üst üste yığılı bavulları görünce. Onun yerine arkama bile bakmadan koşarak yukarı çıktım. Kapıyı sıkıca örttüm ve öldüğümü zannetmesini ya da ortalıkta görünmediği süre zarfında hafızasını kaybetmiş olması nedeniyle beni, burada oturduğumu, her şeyi unutmuş olmasını diledim.
Yine de fazla ümitli değilim. Ve gümbürtünün nereden çıktığına dair içimdeki merakın tamamını kaybettiğimi söyleyebilirim. Hatta bu konuda hiçbir şey bilmemek en iyisi. Gerçekten…
Hızlıca hazırlanıp, kimseye görünmeden sıvıştım binadan. En azından akşama kadar rahatım. Akşam nasılsa damlar.

5 Haziran 2012 Salı

Keman


“Minaanım siz söyleyin ona bu saçla okula gidemeyeceğini lütfen, beni dinlemiyor, sizi belki dinler!”
“Bence uzun saç çok yakışıyor Keman’a”
“?!?!”
İşin en bayıldığım kısımlarından birisi de kendisini yüzde yüz haklı bulan, ukala ve her .okun en doğrusunu, iyisini bildiğine dair en ufak kuşkusu olmayan böyle tipleri .öt etmektir !
Bu sözleri aklı başında bir psikoloğa yakıştıramayanlar için blogdan ufak ufak uzamaları için son anons! “Blogger’ınız aklını ve başını farklı heybelere koyarak az önce perondan ayrılmıştır!”
Bana ne okul yönetiminin erkek öğrencilerde uzun saça izin vermemesinden? Ben bir kere uzun saçı severim, yasakçı okul yönetimlerinden illet olurum ve uzun veya kısa saçlı, hatta saçsız da, pekala eğitim alınabileceğine inanırım.
Üstelik de hafif dalgalı, kulaklarının arkasından ahenkle dökülen gür saçları Keman’ahakkaten yakışıyor. Üstelik öyle aklınıza Behzat Ç’deki “Akbaba” falan gelmesin, daha çok İlhan Mansız modeli diyebiliriz…
Lafa bak, ben diyecekmişim de kesecekmiş saçını!
Demem efendim, neden diyeyim…
Sık gelir başıma; “Minaanım lütfen ona bu yaşta bu kırmızı ojelerin sürülmeyeceğini söyler misiniz?” “Lütfen ona dövme yaptırmanın ne kadar zararlı olduğunu anlatır mısınız?” “Minaanım hiç bu siyah, satanist gibi tişörtler giyilir mi, Allah aşkına siz söyleyin!” “Erkek arkadaş edinmenin de bir yaşı var, bunu ona anlatır mısınız?”
Ve buna benzer bir sürü doğru kabul edilip, hiç sorgulama zahmetine girilmeyen kalıp yargılar.
İnsanların kendi ergenlik dönemlerinde her türlü gerizekalı davranışlar sergileyip de, büyüyüp ebeveyn olduklarında bunları hatırlamaktan utanç duymaları ve çocuklarını birer “mükemmel” olarak yetiştirebileceklerine inanmalarını dünya üzerindeki nadir şaşırtıcı hadiselerden bulurum. Hatta bunu hiç aklım almaz. Ulan senin kazağını kot pantolonuna sokup ayağında yeşil konverslerle hiç mi gezmişliğin yok? Kalkmış bana saçı uzundu kısaydı, santim muhasebesi yapıyor.
Şoku atlattıktan sonra devam ediyor, aklınca beni ikna edecek; “Tabi ki ona bu saçlar yakışıyor, zaten benim oğluma her şey yakışır ama bunun zamanı şimdi mi? Yaz tatilinde ne isterse yapsın Minaanımcım…”
Yemezler.
Oğlan da yemiyor zaten; “Anne yaa sen yazın da laf edip durdun, sıcakta terletiyor, erkek adamda uzun saç neymiş dedin bana hep!”
“Dedim ama dinledin sanki sen de beni, ay ilahi Keman, bu saçlar nasıl uzadı ben o kadar laf ettiysem?”
Konu ne biliyor musunuz? Konu saçtı, sakaldı, küpeydi, ottu bottu değil. Konu “ego”.
Kendi ergenlik döneminde birtakım isyan ve itaatsizlik kabilinden bazı davranışları olduysa bile, bu anne zamanla büyümüş ve başkalarının ona dikte ettiği doğruları benimseyerek, kendine ait olduğunu zannettiği bir değerler sistemine sarılmış sıkı sıkıya. Oysa ileri sürdüklerinin hiçbiri onun değil. Özgürlüğünü, o çocukluk ve ergenlik döneminin canlı, yaratıcı, meraklı ve irdeleyen doğasını unutalı öyle uzun zaman olmuş ve bunu hatırlayacak olsa bu farkındalık o kadar acı verecek ki, silmiş tamamen sanki hafızasından. Koruduğu oğlu değil, egosu. Bütün olarak kalabilmekten başka bir derdi yok esasında.
Kaybettiklerinin yasını bile tutamamış, yazık…
Böyle bakıyorum konuya. Ama felsefe yapıp kafa ütüleyecek halim yok.
Teknik uyguladım.
Annenin üzerine o kadar çok gittim ve Keman’ın davranışlarını o kadar onayladım ki, Keman kendisi saf değiştirdi. Kendiliğinden. Tipik ergen davranışı.
Müthişler gerçekten… Hiç yanıltmıyorlar insanı.
Annesi neşeyle telefon etti az önce; “Minaanımcım Keman saçlarını kestirdi, şimdi onu ödül olarak konsere götürüyorum, teşekkür ederiz.”
Bu kadar J

4 Haziran 2012 Pazartesi

Sayıklamalar


Bir yerde okumuştum…
Önce gece vardı, güneş sonra doğdu diye… Galiba ana karnındaki karanlıktan, doğumla birlikte gün yüzüne çıkmayı kastediyordu yazı.
Anne karnından çıkarak anneden ayrılma travması üzerine oluşturulan koskocaman bir psikodinamik kuram literatürü var biliyor musunuz? Genel birkaç varsayım dışında pek de okuyup, öğrendiğimi söyleyemem. Laf aramızda psikanalistleri de psikanalitik kuramcıları da pek sevmem. Kodamanlığın kitabını yazanlar çoğunlukla onların arasından çıkar zira. Freud seviciler…
Ama yeri gelmişken Jung’un gönlümdeki yeri başkadır, belirteyim.
Çocukluğu, geçmişi, geçmiş acıları konuşmak sanılanın aksine her zaman işe yaramaz. Yaradığı da olur tabi; ama her zaman değil. Yani şu meşhur psikoloğa gideyim de bana “çocukluğunu anlat” desin hikayesi aslında bir şehir efsanesidir.
Mesela bendeniz…
Önce bugün ne yaşıyor karşımdaki hasta onu öğrenmeye çalışırım. Onu neyin bana getirdiği önemlidir. Evet bazen altından kökü mazide kalmış birtakım yaraların çıktığı doğrudur. Ama diyorum ya, her zaman değil.
Bir de şunu unutmamak lazım aslında, bir sorunun nedeni geçmişte bir yerlerde gizliyse, o artık büyük ihtimalle tarih olmuştur. Tarihi ancak yorumlayabilirsiniz; onu değiştiremezsiniz. Burada elbette ki, tarihin kendisini değiştiremeseniz de onu nasıl yorumladığını değiştirmek “hasta” üzerinde iyileştirici olacaktır diyenler çıkabilir. Çıkar da. Var bunu diyenler biliyorum. Haksız bulmuyorum. Ama bu onayladığımı da göstermez değil mi?
Şu anda oturduğum yerden masamın üzerindeki kitapların ardından simsiyah bir gece uzanıyor gözlerimin önünde. Gecenin bir kokusu var biliyor musunuz? İlginç bir şekilde bu kokuyu bazılarının çok iyi bildiğini ve bazılarınınsa ne dediğimi anlamayacak kadar umursamadığını fark ettim. Gece böyle yükünü geldiği bir yerlere bırakmış yorgun bir siyah atlas kumaş gibi üzerime serildiğinde benim için ne geçmişin ne de geleceğin bir önemi kalıyor. Ve böyle anlarda arkaik dönemlerde yaşıyor olsam kendime Tanrı olarak zamanı edineceğimi düşünüyorum nedense. Neyse ki semavi dinler dönemine yetiştim de bir zaman putu yapma eziyetinden muafım.
Şimdi Yaradan belli, kitap belli, kaide, usul her şey tamam… Büyük rahatlık…
Aklıma gelmiyor değil elbet mazi. Benim gibi her detayı capcanlı hatırlayabilen bir insan için cehennem çok da uzak değil aslında şöyle bir düşünecek olursanız. Hatırlamak bazen lanetlidir. Ya da ben bazen lanetli olduğumu düşünüyorum. Bu konuda çaresizim.
Şu anda dolunayı göremiyorum ama yansıttığı ışık görüş alanıma ulaşıyor. İçinde korkuyu barındıran bir güven duyuyorum.
Bir zamanlar beni geceleri yalnız bırakmaması için gözlerinin içine bakarak ellerine sıkıca tutunduğum birisi vardı. Tuhaftır, artık onu düşünürken sadece bana yaşattığı duygular üşüşüyor zihnime. Ama hissettirmekten uzak, sadece adı olan duygular bunlar. Uzun bir hikaye… Bilmem ki anlatasım gelir mi bir gün?
Geriye dönüp bakınca ne kadar çok acı biriktirebildiğinin çetelesinden başka nedir ki hayat? Bir acıdan diğerine koşarken arada kısa süreli birkaç haz anından başka bir tanımı var mı mutluluğun?
Bunu bir tür melankoli cümlesi gibi almamanızı dilerim. Ama arzu ederseniz “klişe” bulabilirsiniz. Bazı klişeler işlevsel de olabilir (?) Çünkü kabulleniş, mutsuzluğu ortadan kaldırır.
Hatırladınız mı, Rapunzel mektubunda “bana kendimi bir nehir gibi hissetmemi söylediğinizi hatırlıyorum ama tek başıma yapamıyorum” gibi bir şeyler yazmıştı hani?
Bazen ben de tek başıma yapamıyorum bunu. Çünkü bazen fena halde yarımmış gibi hissediyorum kendimi. Yalnızlık gibi değil. Yarımlık… Yaşayan bilir. Anlatmaya çalışmak içeriğini fakirleştirir. O yüzden hiç yeltenmeyeceğim bile. Her şeyi anlatmak için yaşamayız değil mi? Kendimize saklananların verdiği aidiyet duygusunu, cümle dünya malı veremez. Oysa insanlar bilip bilmeden sizi “ketum” olmakla niteler. Bu nitelemeyi zerrece umursuyor değilim ama bazen bıkkınlık duyduğum doğrudur.
Ve biliyor musunuz özünde hiçbir gece bir diğerine benzemez…
Ve Gece… Ahh Gece… Onu size mutlaka anlatacağım…
Zamanı gelince.

3 Haziran 2012 Pazar

Erken Kalkan Tez Varır


Bende bu bilginin ne işi var?
Hiç böyle bir soru sordunuz mu kendinize?
Bunu neden bilmek zorundayım? Bilmesem olmaz mıydı? Bende bu bilginin işi ne?
Tahmin edersiniz ki bendenizin böyle bir lüksü yok. Çünkü bende herkesin utanıp sıkıldığı, gün yüzüne çıkmamış, insanı insanlığından tiksindiren, dünyasından geçiren türlü türlü bilgi mevcut. Hepsi aklımda. Özenle bohçalayıp kapağını kapattığım bir sandıkta. Hafızamın orta yerinde.
Hiç not tutman ben seanslarda. Her şeyi aklımda tutarım. Bazen şüpheyle yaklaşanlar olur, alınganlık edip onları umursamadığımı, odadan çıktıkları anda benim için tarih olacaklarını ve benim sadece aldığım paraya baktığımı filan düşünürler. Kuşkusuz ki haklı oldukları noktalar yok değil. Ama unutmam. Söyledikleri her cümle söyleniş anı, o sıradaki sesler, varsa ortamdaki kokular vs ile birlikte zihnimde kayıtlıdır. Allah vergisi !
Mesleğin ilk yıllarında, hatta daha stajyer olduğum dönemlerde, genç yaşın verdiği bir “güvenirlikten emin olamama” hadisesi yaşardım. İlla ki her ilk görüşmede sorarlardı; “Konuştuklarımız aramızda kalacak değil mi?” Başlardım meslek etiğinden, efendime söyleyeyim psikolog-hasta mahremiyetinden, ondan bundan… Ki karşımdaki ikna olabilsin.
Yanlış!
Büyük yanlış hem de. İkna olmak için soru soran birisini ikna etmenin yolu, onu ikna etmeye çalışmamaktır. Zamanla öğrendik tabi.
Gel zaman git zaman üzerimize her ne kadar bir olgunluk, bir bilgelik çökmediyse de en azından insanların “Ulan deli meli, en azından kaç senelik psikolog, konuştuklarımı da başkalarına anlatmaz heralde!” mertebesine ulaştık. Kulağa basit mi geliyor? Olmadığını bilmenizi isterim. 60 yaşına gelip de, derin kırışıklıklar ve Minaanım’dan ziyade Battal Bey gibi çıkan bir ses tonu ve aslında romatizma ve kireçlenmeden kaynaklanan ama hastalar üzerinde “ağırbaşlılık” etkisi yaratan kaskatı kesilme hali gerçekleşmeden önce, şu anda benim işgal etmekte olduğum konum hiç de küçümsenecek gibi değildir. Neyse…
Şu lüzumlu-lüzumsuz bilgiler konusuna gelince… Artık ben sormadan söylüyorlar. Bu teşhir vaziyeti sadece görüşme odasıyla sınırlı olmuş olsa bundan gurur bile duyabilirdim. Oysa para kazanmak için hangi mesleği icra ettiğimi bilen herkes, bakın ama özellikle belirtiyorum herkes, beni bir köşeye kıstırıp bana sırlarını verme gayretinde. Laf olsun diye söylemiyorum. Şaka da değil, zira ben hiç gülmüyorum.
Asosyal eğilimlerim ve toplum içerisinde mesleğim sorulduğunda, “belediye kütüphanesinde arşiv memuruyum” demelerim biraz da bundan. Ev hanımıyım dediğim de olur. Statülü bir etikettir: Ev Hanımı! Hanımlığı kim kaybetmiş de ben bulucam?
Akşam olup da evime giderken köşedeki midyecinin karısının ev sahibiyle kaçtığını, tekelcinin oğlunun uyuşturucu kullandığını, müzikholün önünde duran güvenliklerden birinin bir kadınla merhabalaşamayacak düzeyde sosyal fobiden muzdarip olduğunu ve arkadaşlarının tam bir Türk iyilikseverliğiyle onu alıştırmak için üzerine “Rus” attıklarını, pidecinin yanındaki çiğköftecinin evine girmeden önce toplam 17 kez önce sağ eliyle sonra da sağ bacağıyla sokak kapısına dokunduğunu, anahtarları iki kez çevirerek kapıyı açtığını ve ellerini 17 kez sabunlamadan rahat etmediğini biliyorum mesela. Bilmek istediğimden mi? Kesinlikle hayır. Ama anlatıyorlar.
Hal böyle olunca size daha önceki yazılarımda bahsettiğim apartmanın giriş katındaki lokantanın sahibi olan Diyarbakırlı ve kızdığı zaman karşısındakine korku salan komşumun, durup durup bayılan üçüncü hanımının bana vermiş olduğu bilgiyle erken boşadığına vakıf olmak mahcubiyetlerden mahcubiyet beğendiriyor bana. Üzülsen bir türlü, umursamasan başka türlü.
Erken boşalma deyince aklıma ne geldi… Hastanede staj yaptığım dönemde zaman zaman yataklı psikiyatri servisinde durur zaman zaman da aşağıda poliklinikte görüşmelere katılırdım izleyici olarak. İnsani yönünü çok sevdiğim ama mesleği konusunda ancak bir sabah şekeri kadar ciddiye alabildiğim bir hocam vardı. 55-60 yaşlarındaydı o zamanlar. Gömleğinin yakası hep gevşek, kravatı illa ki bir tarafa kaymış, beyaz önlüğünün kolları mürekkep lekeleriyle dolu, gözlüklerinin üzerinde parmak izleri, bitmiş tükenmiş olarak koştururdu bütün gün. Ne iş yapıp da o kadar yorulduğunu kimse bilmezdi ama her zaman yorgundu. Görüşmelerde kapıyı dahi kapatmaz, zaten toplamda en fazla 3 dakika sürecek bir hasta muayenesini daha da kısaltmak için bazen başını önündeki reçeteden bile kaldırmazdı.
Bir gün hiç unutmam, taşradan geldiği belli olan, koyu renk pantolon ceketli, başı kasketli, orta yaşlı bir adam geldi. Ben de içeride not tutuyorum. Adam bir bana baktı bir bizim hocaya baktı, utandı, sıkıldı, “Hocam az özelde görüşsek?” dedi. Hiç oralı olmadı hoca.
“Anlat!”
Adam mecbur başladı ıkınmaya. “Şey… yeni evlendim… Afedersiniz biraz zor oluyor…”
“Kalkmıyor mu?” diye sordu hoca adama şrrakkk diye!
Adam neye uğradığını şaşırdı.
“Yok hocam kalkmasında sorun yok elhamdülillah…” dedi.
“Ya?”
“Afedersiniz erken şey oluyor biraz, sürdüremiyorum.”
Bunu söylemek doktora bile olsa bir erkek için hiç kolay değildir. O zamanlar bunu bu kadar iyi bilmiyordum tabi. Harıl harıl not tutmaya devam ediyorum odanın köşesinde… Rezillik…
Tam adamcağız cümlesine devam edecek, kliniğin bekleme odasında bir gürültü koptu. Asistanlar, hemşireler koşuşturmaya başladı ve hastanedeki diğer kliniklerde pek de sık rastlanmayacak türde bağırıp çağırmalar yükseldi. Biz alışkındık. Yine birinin histeriyonik krizi tutmuştur diye hoca pek oralı olmadı. Derken hemşirenin biri iki memesini cömertçe sergileyen dekoltesiyle odaya daldı ve bütün hocaların vizitte olduklarını, benim hocadan başka klinikte kıdemli olmadığını söyledi: “Hocam yetiş!”
O hemşire de başlı başına bir alemdi, bir ara anlatırım belki…
Neyse hoca istemeyerek kalktı yerinden. Bir yandan da adama bir şeyler anlatıyordu ama benim dikkatim tamamen dağıldığı için cümlelerin ucunu kaçırmıştım. Tam ayağa kalkmıştı ki, içeriden bu kez de bir şangırtı ve aynı anda tiz bir çığlık koptu. Aceleyle oraya koşmaya çalışıyor tam kapıdan çıkmışken bağırıyordu içerideki hastaya: “Tutacaksın ucunu tam gelirken, göndereceksin geri! Anladın mı? Ucundan bastırıp geri yollaaa!!”
Abarttığımı sanıyorsunuz değil mi? Sakıncası yok öyle sanmaya devam edebilirsinizJ
Böylesine hassas bir konu bile kolaylıkla karikatürize edilebiliyor bazı ellerde.
Neyse ki benim tercih ettiğim bir yöntem değil. Daha insancıl olmaya gayret ediyorum en azından.
Ama zor oluyor yahu insanın komşusunun yatak hallerini bilmek !