“İnsan aşkı neden hep arar biliyor musunuz Mine? Çünkü bir insan hiç aşık
olmamışsa bile Yaradan’ın onu bu dünyaya göndermeden önce içinde bir yerlere
gizlediği kendinden bir parça olduğunu bilir aşkın. Bu sanki içgüdü gibidir…
Caretta kaplumbağalarının yumurtadan çıkıp hızlı hızlı denizi arayıp bulmaları
gibi. Bunu bir yerlerde mi okumuştum yoksa ilk ben mi düşünmüştüm
hatırlamıyorum şimdi… ah hafıza… biliyor musunuz ben hiç telefon defteri
kullanmazdım… gördüğüm hiçbir yüzü, öğrendiğim hiçbir ismi unutmazdım… nereden
nereye şimdi…”
Haksızlık ediyordu kendine. Bana geçmişten bahsederken cümlelerinde hiç
hatırlayamamanın verdiği belirsizliğe, detaylardan yoksunluğa ve zaman
diziminde çelişkiye rastlamadım. Ama zaten onun sorunu da budur. Her obsesif
(takıntılı) gibi Beatriz de “mükemmeliyetçi”dir. Ve en ufak hatalar için bile
kendisine karşı acımasızdır.
“Aşkı çirkinleştirdiler, içini boşalttılar ve anlamından sıyırdılar bu
devirde artık Mine. Biliyor musun bir kez aşık olduysan, o aşka dair izler hep
kalır insanın aklında. O aşkı hatırladıkça o duyguları, heyecanları o kendinden
geçişi hatırladıkça tekrar can bulur içinde kuruyup öldü sandığın kökler. Çünkü
bir başkasının varlığında eriyip onunla birlikte atan tek bir yürek olmak,
insanın gerçek mayasının farkına varmasını sağlar. Nasıl ki hepimiz yüce
Yaradan’ın bir parçasıyız ve aslında tek bir bütünün farklı tezahürleriyiz,
işte aşık olunca bu vasfımızı hatırlar ve sadece bir insan yavrusu olarak bu
dünyaya fırlatıp atılmadığımızı idrak ederiz.”
Bu aralar tasavvuf kitaplarını elinden düşürmüyor anladığınız üzere. Ama
nereden esinlenmiş olursa olsun o böyle anlatırken kadife gibi ses tonunun da
etkisiyle huzur doluyor insanın içine. Anlattıkları doğru olsun, dünya üzerinde
geçen bunca yılın gerçekten de insana bir derinlik bir kavrayış verdiğine
inansın istiyor.
“Sahne tozu yutmak ve aynı anda yüzlerce bazen binlerce insan tarafından
alkışlanmak, o sevilme, senin yerinde ve senle bir olmak arzusu da bir tür
aşktır Mine… ve ben o zamanlar bunu göremeyecek kadar kör, bu sevginin asıl
kaynağını bunun müsebbibini anlayamayacak kadar aptaldım… ah ben nasıl… nasıl…”
Dantel beyaz eldivenleri ve terledikçe dudaklarının üzerini hafifçe
bastırarak nemini aldığı ipek mendili koltuğun üzerinde, şapkasının hemen yanında
zarifçe duruyordu. Havadaki neme tutunup kendisine daha da geniş bir yayılma
alanı bulan Samsara’sı beni çepeçevre sarmıştı ve o konuşurken kelimelerini
destekleyen pamuk gibi ellerinin ölçülü hareketleriyle adeta nostaljik bir film
sahnesinde gibiydim…
Bu baştan ayağa hayal kahramanı gibi olan kadının evinde hijyenle ilgili
çok katı kuralları, saymakla ilgili takıntıları ve sıkı, esneklik göstermeyen
bir beslenme programı var. Ancak bunları büyük oranda kontrol edilebilir ve
sosyal hayatını önemli bir aksaklık olmadan sürdürebilir hale getirdi. Mevcut
durumda ona en acı veren derdi ise zamanında, sahnede şöhretten başı dönmüş
haldeyken sık sık kullandığı “beni sizler var ettiniz” nidaları…
Kendisini bu yüzden affedemiyor…
Çok genel bir ifade olacak ama obsesif-kompulsif bozukluklarda ve bu tür
kişiliklerde, mükemmeliyetçilik, siyah-beyaz düşünme alışkanlıkları, ya hep ya
hiç tarzı ile birlikte derinlerde bir yerlerde çoğunlukla “kirli olma” ile
özdeşleşen büyük ve saklı suçluluk duyguları ve yoğun pişmanlıklar yatar…
İçgörü ve farkındalık konusunda sıklıkla sorun yaşanır ve psikoterapi
müdahaleleri de bu amaçlı olursa epey bir zamana yayılır…
Tıpkı Beatriz’de olduğu gibi…