13 Temmuz 2012 Cuma

Beatriz II


“İnsan aşkı neden hep arar biliyor musunuz Mine? Çünkü bir insan hiç aşık olmamışsa bile Yaradan’ın onu bu dünyaya göndermeden önce içinde bir yerlere gizlediği kendinden bir parça olduğunu bilir aşkın. Bu sanki içgüdü gibidir… Caretta kaplumbağalarının yumurtadan çıkıp hızlı hızlı denizi arayıp bulmaları gibi. Bunu bir yerlerde mi okumuştum yoksa ilk ben mi düşünmüştüm hatırlamıyorum şimdi… ah hafıza… biliyor musunuz ben hiç telefon defteri kullanmazdım… gördüğüm hiçbir yüzü, öğrendiğim hiçbir ismi unutmazdım… nereden nereye şimdi…”
Haksızlık ediyordu kendine. Bana geçmişten bahsederken cümlelerinde hiç hatırlayamamanın verdiği belirsizliğe, detaylardan yoksunluğa ve zaman diziminde çelişkiye rastlamadım. Ama zaten onun sorunu da budur. Her obsesif (takıntılı) gibi Beatriz de “mükemmeliyetçi”dir. Ve en ufak hatalar için bile kendisine karşı acımasızdır.
“Aşkı çirkinleştirdiler, içini boşalttılar ve anlamından sıyırdılar bu devirde artık Mine. Biliyor musun bir kez aşık olduysan, o aşka dair izler hep kalır insanın aklında. O aşkı hatırladıkça o duyguları, heyecanları o kendinden geçişi hatırladıkça tekrar can bulur içinde kuruyup öldü sandığın kökler. Çünkü bir başkasının varlığında eriyip onunla birlikte atan tek bir yürek olmak, insanın gerçek mayasının farkına varmasını sağlar. Nasıl ki hepimiz yüce Yaradan’ın bir parçasıyız ve aslında tek bir bütünün farklı tezahürleriyiz, işte aşık olunca bu vasfımızı hatırlar ve sadece bir insan yavrusu olarak bu dünyaya fırlatıp atılmadığımızı idrak ederiz.”
Bu aralar tasavvuf kitaplarını elinden düşürmüyor anladığınız üzere. Ama nereden esinlenmiş olursa olsun o böyle anlatırken kadife gibi ses tonunun da etkisiyle huzur doluyor insanın içine. Anlattıkları doğru olsun, dünya üzerinde geçen bunca yılın gerçekten de insana bir derinlik bir kavrayış verdiğine inansın istiyor.
“Sahne tozu yutmak ve aynı anda yüzlerce bazen binlerce insan tarafından alkışlanmak, o sevilme, senin yerinde ve senle bir olmak arzusu da bir tür aşktır Mine… ve ben o zamanlar bunu göremeyecek kadar kör, bu sevginin asıl kaynağını bunun müsebbibini anlayamayacak kadar aptaldım… ah ben nasıl… nasıl…”
Dantel beyaz eldivenleri ve terledikçe dudaklarının üzerini hafifçe bastırarak nemini aldığı ipek mendili koltuğun üzerinde, şapkasının hemen yanında zarifçe duruyordu. Havadaki neme tutunup kendisine daha da geniş bir yayılma alanı bulan Samsara’sı beni çepeçevre sarmıştı ve o konuşurken kelimelerini destekleyen pamuk gibi ellerinin ölçülü hareketleriyle adeta nostaljik bir film sahnesinde gibiydim…
Bu baştan ayağa hayal kahramanı gibi olan kadının evinde hijyenle ilgili çok katı kuralları, saymakla ilgili takıntıları ve sıkı, esneklik göstermeyen bir beslenme programı var. Ancak bunları büyük oranda kontrol edilebilir ve sosyal hayatını önemli bir aksaklık olmadan sürdürebilir hale getirdi. Mevcut durumda ona en acı veren derdi ise zamanında, sahnede şöhretten başı dönmüş haldeyken sık sık kullandığı “beni sizler var ettiniz” nidaları…
Kendisini bu yüzden affedemiyor…
Çok genel bir ifade olacak ama obsesif-kompulsif bozukluklarda ve bu tür kişiliklerde, mükemmeliyetçilik, siyah-beyaz düşünme alışkanlıkları, ya hep ya hiç tarzı ile birlikte derinlerde bir yerlerde çoğunlukla “kirli olma” ile özdeşleşen büyük ve saklı suçluluk duyguları ve yoğun pişmanlıklar yatar…
İçgörü ve farkındalık konusunda sıklıkla sorun yaşanır ve psikoterapi müdahaleleri de bu amaçlı olursa epey bir zamana yayılır…
Tıpkı Beatriz’de olduğu gibi…

12 Temmuz 2012 Perşembe

Sele kapılan kız


Peki elleri göreyim??
Kim bugün Milliyet’teki şu haberi okudu ve kimin okurken aklına “Deprem” yazım geldi?
Şansımı çok mu zorluyorum?
Deli Mine onun yazılarını okuyanların aklından bir an olsun çıkmama hezeyanlarına kapılıp egosentrizmin kışkırtıcı ve çekici karanlık sularına mı gömülüyor ? ?
Hayır tabi ki, yok öyle bir şey.
Sordum sadece. Belki de olmuştur hatırlayan, olamaz mı?
Haber şudur arkadaşlar:
“14’lük kızla fuhuş yaparken sele kapıldılar.”
İşte bu da link:
Öncelikle Allah belalarını versin.
Elimiz iki cihanda çocuk istismarı ve çocukların maruz kaldığı tüm cinsel ve fiziksel şiddet suçlarına karışanların yakasında olsun ve affedilmesinler dilerim…
Pis herif (Deli Mine burada aslında gerçek hayatta kadın satıcıları için kullanılan ifadeyi kullanır) hem yeğeniyle cinsel ilişki kurmuş hem çocuğu arkadaşlarına peşkeş çekmiş hem de sel sularına kapılıp gitmiş. Tabi 14 yaşındaki zavallı çocuk da sele kapılarak hayatını kaybetmiş.
Doğal afet önüne kattığını alıp götürüyor. Deprem, sel…
Bizim hikaye biraz daha tirajikomikti neyse ki. En azından öyküdeki herkes reşitti ve rıza dışı bir ilişki söz konusu değildi.
Merak eden varsa tekrar gördüm Deprem hikayesinin bahtsız (!) kahramanını geçenlerde.
Kendisinden beklenmeyen bir atakla eşinin boşanma blöfünü görmüş ve “boşanalım anasını satayım zaten battığımız kadar battık” demiş. (Yine mi boşanma ? )
Kadın da bu sefer “vayy sen nasıl benim boşanmama evet dersin kesin hayatında başkası var” diyerek koparmış kıyameti.
Dedi ki yazık; “Keşke olsa hayatımda bir başkası, keşke eve girince yalnızlıktan duvarlar üstüme üstüme gelmese, bir yorgunluk kahvesi yapanım, bir tatlı söz söyleyenim, uyurken yanımda bir nefes olsa, keşke…”
Evet hala aşık “o”na !


Evlilikler - çözülme


Ve sanırsınız hayat sadece ilk evresini nasıl bir başkasınınkiyle birleştireceğimize kafa patlattığımız, ikinci evresinde de tüm enerjimizi bundan nasıl kurtulacağımıza yatırdığımız saçma sapan bir zaman dizgisi.

Öyle değil aslında…

Ama eğer her şey algıdan ibaretse korkarım algılarım telafisi zor olacak şekilde çarpılmış durumda.
Birbiri ardına aşık olup kavuşmak için çırpınma, evlenip olmadık sorunlarla boğuşma ve ardından da ele yüze bulaştırılan boşanma öykülerine maruz kalınca taktir edersiniz ki insanın ilişkilere bakış açısı radikal (!) olarak değişiyor.

Diyeceksiniz ki, senin işin bu, rahatsızsan yapma!
Hem yapar hem söylenirim kime ne derim o zaman ben de …

Bazen hayatın gereğinden fazla ciddiye alındığına inanasım geliyor. Sonra da düşünüyorum ve diyorum ki hayatı ciddiye alanlar olmasa şu andaki medeniyete sahip olabilir miydik? Medeniyet dedimse lafın gelişi; aslında ulaştığımız teknolojik evrimden söz ediyorum. Yoksa insan mayasında Habil ve Kabil’den bu yana değişen en ufak bir şey olduğunu sanmıyorum. belki değişmesi de gerekmiyordur zaten, neyse...

Şu bizim, vajinismus nedeniyle 6 yıllık evliliklerinde ilişkiye giremeyen ve çocuk sahibi olamadıkları için tedavi arayışında olan çifti hatırlarsınız.

Bazen kendimi münasip bir bayıra vurup avazım çıktığı kadar bağırmak istiyorum: BU KADAR BÜYÜTECEK NE VAR ?!?!?

Bunu bir psikologtan duymak tuhaf mı? Olmamalı belki de…

Burada yine şu soru akla gelebilir, insanlar bazı sorunlarını büyütmese (!) sen nereden ekmek yiyeceksin? Evet bunu diyebilirsiniz elbette. Cevabını henüz bilmiyorum, bir gün bulursam söylerim size de.

Psikoterapi sürecinden ve sorunlarının düzelmesinde hangi aşamada olduklarından bahsetmek istemiyorum. Zira bu blogun yazılış amacı her zaman söylediğim gibi “bakın ben ne kadar iyi bir psikoloğum her hastayı adam (!) ediyorum, herkeslere beni tavsiye edin, hasta olun bana gelin !” falan değil. Bunu zaten biliyorsunuz… Neden söyledim ki? Neyse belki aramıza yeni katılanlar için faideli bir bilgi olarak bir kenarda durabilir.

Bugün her iki eş de karşımda biraz üzgün ve bir karar aşamasında olan ve o kararın sonrasının meçhullüğü yüzünden dalgınlaşan her insan gibi oturuyorlardı karşımda.

Benim işim insanları boşamak ya da boşatmak değil. Keza ille evlilikleri kurtaracağım gibi bir misyonum da yok. Ben sadece var olan malzemeyle çalışırım ve kişinin karar almasına yardım ederim. Bu süreçlerdeki rolüm tahmin edebileceğiniz ya da dışarıdan görünenden çok daha azdır. Hatta o azıcık rolün bile delüzyon olduğunu sandığım oluyor.

Kadın:
“Minaanım hayatımın son altı yılında ilk kez bir haftadır kafamda cinsel ilişki düşüncesi olmadan yaşadım. Bunun nasıl bir his olduğunu tahmin edemezsiniz. Altı yıldır gecem gündüzüm her anım sadece cinsel ilişkiye girme, girememe, eşimin bununla ilgili ne düşündüğü, benim yetersizliğim ve bu durumun değişip değişmeyeceğiydi. Meğer nasıl büyük bir sıkıntı altına sokmuşum kendimi. Sanki sırtımdaki 40 kiloluk bir tuz çuvalını yere bırakmış gibi rahatladım. Benim ihtiyacım olan tek şey meğer bunun hakkında düşünmemekmiş.”

Görüşmenin ilerleyen yerlerinde bir yerde adam:
“Minaanım ben açıkçası bunun gerçek bir sorun olduğuna altı yıldır pek de inanmıyormuşum. Bunu da şuradan anladım, tüm gidip geldiğimiz tedavilerde fark ettim ki, eşini iyileşsin diye doktora taşıyan bir adam gibi davranıyordum. Ben hiç cinsel bir sorun yaşamadım hayatımda. Şimdi eşime rencide etmek istemiyorum ama bekarlığımda bazı ilişkilerim oldu ve ilk kez eşimle birlikte dünyada böyle bir sorun olduğunu duydum. Son günlerde hiç olmadığımız kadar yakınlaştık birbirimizle. Ve bunun için mutluyum…”

Tuhaf olan neydi biliyor musun sevgili blog okuyucusu? Her ikisi de onları mutlu eden bir durumdan ve mutluluk hislerinden, rahatlamalarından bahsediyordu ama yüzlerinde “nihayet isteğine kavuşanların” değil de “bir acı gerçeği fark etmişlerin ve bu fark edişle birlikte bir yükten kurtulmuşların” ifadeleri vardı.

Evet… mutluluk da türlü türlü…

Evlilikleri ile ilgili ne karar alırlar bilmiyorum.

Ama şunu biliyorum ki bir erkek için, karısının onunla değil de bir başka erkekle birlikte olsa belki de benzer bir sıkıntı yaşamayacağını fark edebilmesi ve bununla yüzleşebilmesi zor bir süreçtir. Hakkıyla bunu atlatanı tebrik etmek gerekir.

Bilmem olayın özünü anlatabildim mi?

11 Temmuz 2012 Çarşamba

Boşanma dosyası - "kaka"


Havuç’la bambaşka öykülere sahip ama en a onun kadar nazarımda şanssız olan çocuklar da var.
Hatta o kadar çoklar ki… Acaba konuyla ilgili bir sivil toplum hareketi mi başlatsak?
İki kardeş. Abla 11, küçük erkek kardeş de8 yaşında. Halaları ile birlikte geldiler. Aslında prensip olarak ergenlik öncesi dönemdeki çocuklarla görüşme yapmıyorum ama işte onun bunun tanıdığı vesaire olunca da hayır denmiyor.
(Ama bir kez daha kesin ve açık olarak ifade edeyim, “bu ders çalışmıyor, dikkati dağınık, dikkat eksikliği var galiba” diye gelenler en geç yedinci dakkada kapının önünde bulurlar kendilerini. Özel öğretmen miyiz kardeşim?)
İki durgun, tertemiz, aydınlık yüzlü çocuk. Her hallerinden buraya, benim yanıma getirilmekten hoşlanmadıkları belli ama terbiyelerinden “üff” bile demiyorlar. Kısa kısa cevaplar vermekle yetiniyorlar yalnız. Yani “tamam sana cevap vermiş olalım ama çok da gönüllü yapmıyoruz bunu” der gibi…
Geliş sebepleri bambaşka aslında… Tabi yerseniz… Anlatayım.
“Minaanımcım bu çocuklar benim canlarım. Anneleri ağabeyimi terk edip gidince annemle benim yanıma taşındılar. 6-7 aydır bir aradayız. Çok mutluyuz. Pırlanta gibi çocuklar. Benim onlardan yana hiçbir şikayetim yok… yalnız… şey acaba bilmiyorum ki, yanlarında konuşmamız uygun olur mu…”
(Nefretlik ve gereksiz, psikologla sözüm ona bir ittifak kurma çabası. Öyle alışkındırlar ki gizli saklı işlere, birilerinin arkasından dolap çevirmeye ve dedikoduya…)
“Çocukların bilmedikleri ve öğrenmelerinde sakınca olan bir konudan mı bahsedeceksiniz?”
Kapak! Ama yerini bulmuş, adeta adaletin kılıcından fırlayıp gelip oturan bir kapak. Çünkü emin olun gerçekten çocukların bilmesinde ve duymasında sakınca olan konular, onlar olmadan ya telefonda ya da özel olarak kendi başına gelip anlatılarak bize aktarılır. Bu duyarlılığa sahip –neyse ki- çok sayıda ebeveyn vardır.
Onun dışında “acaba onun yanında konuşmak uygun olur mu” kırıtmaları bana sökmez. Neyse…
Kısa keselim, kardeşlerden küçük olanı dediklerine göre “yaklaşık üç aydır” gündüzleri kaka kaçırmaya başlamış.
Bir psikolog bunu duyduğu anda çocuğun nasıl bir ortamda yaşıyor olduğunu öğrenmek ister. Okulda ya da evde, her nerede çocuk kakasını kaçırıyorsa bu, amiyane tabirle çocuğun o ortamın “içine .ıçmak” istediğine işaret eder ve orada bir şeyler dönüyordur!
Zaman içinde ortaya çıkan tabloyu anlatıyorum size;
Anne ve baba şiddetli geçimsizlik içindedirler. Bu geçimsizliğin şiddeti öyle raddelere tırmanır ki zamanla annenin yumuşak dokuları üzerinde kalıcı izler bırakmaya başlar. Bu arada yanlış anlamayın her ikisi de tıp doktoru; yani son derece iyi eğitilmiş (!) durumdalar. Anne boşanma davası açar ve çocuklarını alıp evden ayrılır. Bunu kabullenemeyen baba –ne kadarı doğru ne kadarı gerçek bilmiyorum – annenin gayrı meşru ilişkisi nedeniyle boşanmak istediğini, kendisinde kusur olmadığını ileri sürer ve mahkemenin ona tanıdığı yasal görüşme gününde çocukları kaçırıp kendi evine getirir. Boşanma sonuçlanır ve velayet anneye verilir. Çocuklar polis nezaretinde annelerine giderler. Yasal görüşme gününde baba tekrar çocukları kaçırır ve velayet davası açar. O sürede çocuklar olmadık çirkin tartışmalara ve anneleri hakkında aslı var ya da yok hakaret, küfür ve aşağılamaya maruz kalırlar. Anneyle görüşmeleri tamamen yasaklanır.
Bakın şu veya benzeri kalıplar hayati önemdedir: “Psikolog/doktor/uzman hanım/bey inanın ben anneleriyle (bazı durumlarda bunun yerini baba alır) görüşmelerini çok istiyorum hatta evde bu konuda baskı bile yapıyorum. Kendisi görüşmek istemiyor.”
Külliyen, yerden göğe ve iki cihanda yalandır. Kalıbımı basarım. Doğru söyleyene rastlarsanız da diplomamı kaldırır çöpe atarım.
Ve çocuklar baba evinde bakımsız kaldıkları için babaanne ve bekar olan halanın yanına gelirler, yeter ki annelerine gitmek istemesinler diye ne isterlerse ama ne isterlerse alınır… I-phone, ı-pad, psp, artık benim bilmediğim ama çocukların isteyebileceği her ne varsa. Kız çocuğun ellerinde mavi ojeler saçının uçlarında kızıl balyaj, oğlan obez olmak üzere beslenmekten… “Yaz tatilinde ne isterlerse yapıyorlar, okul başlayınca eski düzen devam tabii…” diyor gevrek gevrek.
O sırada ne istedim söyleyeyim mi? Masamın üzerinde yaklaşık 50’ye 30 cm ebadında plastik ve esnek bir tepsi olsa, şöyle iki elimle uçlarından tutunca yaylanacak kıvamda; sonra “şaaaaappppp” diye … Neyse… ben profesyonelim… böyle şeyler yapmıyorum…

10 Temmuz 2012 Salı

Sosyal medya ve narsistler


Sosyal medyada narsistleri nasıl tanırsınız?
Deli Mine hizmette sınır tanımıyor sevgili blog okuyucuları!
Tüm mesleki birikim ve sosyal medya tecrübelerini sizler için bir araya getirip günlük yaşamda karşılaşabileceğiniz sorunlarınıza çözüm bulabilmek için kolları sıvadı…
Eh tabi bunda onun ezelden beri uyuz (!) olduğu birtakım tiplemelerin artık şurasına (sağ eli yere paralel olarak burnunun ucu hizasındadır) kadar gelmesinin de payı yok değil.
İşte şimdi sizlerle bir kara sevdaya tutulur gibi bağlandığımız twitter, facebook, instagram gibi ortamlarda stres kat sayımızı artıran, pek çok sebepten dolayı takip etmeyi sürdürmek durumunda kaldığımız ancak yazdıklarını her okuduğumuzda şakaklarımızın zonkladığı tiplemeleri irdeleyeceğiz…
Öncelikle bir insan kendi kişisel alanından sürekli 70 milyon o sırada onu okuyor ya da dinliyormuş gibi bir hitabet sergiliyorsa alıcılarınızla oynamaya başlayabilirsiniz. Bazılarına 70 milyon ve misak-milli de dar gelir ve gerek yarım yamalak İngilizce’leriyle olsun gerek hazreti google’ın çeviricilerine güvenlerinden Türkçe olsun dünya barışına yönelik olağanüstü tespitlerde bulunurlar.
Diyebilirsiniz ki, ya bu arkadaşlar iyi niyetliyse?
Ben de o zaman şöyle cevap veririm; neyin iyi niyeti biladel?
Kendi fikrini, olup bitenlere kişisel yorumunu getirmek çok başka bir şeydir; talimatlar yağdırmak başka bir şey!
Bu narsist sosyal medya düdükleri sürekli şikayet eder, hiçbir şeyi beğenmezler. Onlara göre dünyanın çivisi yerinden çıkmıştır ve hiçbir şeyin düzelme ihtimali kalmamıştır. Belki onların sözüne kulak veren yetkililer olursa eğer, tabi o da bir ihtimal, geleceğe dair bir umut beslemek mümkün hale gelebilir ama bunun dışında sefil ve rezil bir halde ölümü beklememiz gerekir.
Eğer onları onaylamazsanız, laflarını beğenmez, retweetlemezseniz falan Allah toptan belanızı verebilir. Siz kim oluyorsunuz da böylesi küresel çapta öngörüleri olan, Allah vergisi dehasını insanlığın hizmetine sunmuş birinin egosunu okşamazsınız? Nasıl başkalarının da bu cevherden faydalanması için çıkarsamalarını yaymazsınız?
Her önemli günü her bilmem ne yıldönümünü hatırlamak üzere bir içsel alarm sistemleri de evrilmiştir bu arkadaşların. Herkesten önce gerekli “anma”larını yapar ve geciken, hele hele unutma ya da önemsememe terbiyesizliğinde bulunanlara açarlar bayramlık ağızlarını.
Şu türden yakınmalarına sık tanık olursunuz: “Size daha önce defalarca söyledim ama dinletemedim…” veya “Artık ben söylemekten yoruldum siz dinlememekten usanmadınız” veya “yetkilileri buradan defalarca uyardık, sonuç hep aynı…”
Gazeteci veya bir sivil toplum kuruluşu gönüllüsü, başkanı falan olsa anlayacağız ama haspa dünyayı kurtarmadığı zamanlarda mutfakta karpuz kesip, gündüzleri toplu taşıma kullanıyor ve üstelik de ne hikmetse (!) iş yerinde sürekli kavgalı olduğu, onu anlamayan, kadrini bilmeyen bir dolu yetersiz yeteneksizle birlikte aynı maaşa talim ettiği yetmezmiş gibi bir de onların ağız kokusunu çekiyor.
Bunu da nereden mi biliyoruz? Çünkü aynada yansıyan kendi görüntüsünden esasen o kadar başı dönmüş durumda ki, kontrolünü bazen kaybediyor ve basbayağı bir ölümlü gibi paylaşımlarda da bulunuyor. Çünkü bir tarafı hepimiz gibi hala etten kemikten bir insan olmanın doğal ihtiyaçlarına sahip. Ama kuramıyor aradaki dengeyi… bünye kaldırmıyor etten kemikten oluşun verdiği sıradanlık ve dünyada ağırlığınca yer kaplayışın yarattığı hüznü ve bununla baş ederken git gide şekillenen tevekkülün ağırbaşlılığını. Techizatı yetersiz… yapamıyor.
Zaman zaman küsüyor takipçilerine. İçerliyor, hatta kahrettiğinin bile görüldüğü oluyor. İnsanlıktan kesiyor umudunu.
Velev ki bir hata ettiniz, ufacık bir eleştiride bulundunuz… vay halinize! Hemen etrafında hazır kıta bulundurduğu düşük özgüvenli ve çaresizce kendisine model alıp, yapışarak üzerinden besleneceği bir figür arayışıyla onun sabit yörüngesine oturan askerlerini devreye sokuyor. Ama öyle incelikli yapıyor ki bunu vaziyete uyanmazsanız neredeyse feveranını duyup ağlayasınız gelir. Yüreğiniz burkulur nasıl da yanlış anlaşıldığını anlatırken. Onu içinizden bile olsa eleştirdiğiniz için insanlığınızdan utanırsınız.
İnstagram biraz daha farklı. Orada sadece fotoğraflar konuştuğu için aynada kabaran benlik görmek için ayna karşısında çekilen fotoğraflara bakmanız yeterli.

9 Temmuz 2012 Pazartesi

Boşanma dosyası - kaos


Aile deyince aklınıza ne gelir?
Üç aşağı beş yukarı benimkine gelenlerle aynı olsa gerek…
Bazı insanlarınsa “aile”ye ilişkin anıları kırık, imgeleri bulutsu ve çağrışımları patolojiktir. (bulutsu, burada flu’nın TDK tarafından Türkçe’ye kazandırılmış hali!)
Ailesi o kadar önemlidir ki kişinin, kaderini biçimlendirir.
Hani derler ya karakteri kişinin kaderidir diye, işte o karakterin çok önemli bir kısmını soya çekim ve model alma yoluyla aile belirler.
Ve insan hiçbir zaman boşluktan kopup düşmüşçesine “kendine has” olamaz. Dna’ya sarmal denmesinin tek nedeni şekli olmasa gerek. Kuşatılmışlığımızın vesikalığıdır belki de…
Ya da değildir, bilemiyorum.
O kadar çok boşanmayı düşünen, boşanmakta olan ve boşanmış aile ve çocuklarına maruz kalıyorum ki son zamanlarda, bu konuda ayrı bir dosya açmaya karar verdim. Bunun sebep ve sonuçları açısından üzerinde yeterince düşünülmeyen bir sosyal süreç olduğunu düşünüyorum.
Muhakkak ki sağlıklı atlatanlar vardır… ki var biliyorum. Haliyle onlar soluğu bir psikolog odasında almıyorlar. Ya da alıyorlarsa bile boşanmanın tahrip edici etkisiyle havaya uçmuş olmuyorlar. Başka nedenleri oluyor falan…
Ama öyle örnekler var ki…
Bazen kendimi Coşkun Aral gibi yollara vurup ülke ülke gezip, gittiğim yerlerde sadece adliyelerdeki boşanma davalarını izlemek ve boşanmış ailelerle vs konuşup bunları derlemek istiyorum.
Neden derseniz, tanık olduğum insanlık dışılığın sadece bize özgü olmadığından emin olmak için…
Evet…
O derece…
“İnsanlık dışı” derken ne demek istediğimi zaman içinde anlayacaksınız tahmin ediyorum.
Fakat şimdilik sizi “bizar” sözcüğüyle tanıştırmak istiyorum.
Bizar; yani tuhaf. Duymuşsunuzdur mutlaka önceden. Bizim nefret ettiğim psikiyatrik sınıflandırma sistemlerinde sıklıkla geçer. “Bizar düşünceler…”
Bizar bir aile örüntüsü aktarıyorum şimdi size, sıkı tutunun!

Sorun: 13 yaşında obez bir çocuk olan Havuç’un (saçları kızılımsı açık kahve ve çilleri var) önümüzdeki yıl Askeri Lise sınavlarına girecek olması.
Havuç aynı anda hem dersaneye, hem özel derse hem de diyetisyene başlamış. Tüm bunları yaparken sanırım tırlatmasın (!) diye de “bir psikologdan yardım alsanız iyi olur” demişler.
Havuç, annesi, annesinin kocası, bu evlilikten doğan ikiz kız kardeşleri (4 yaşındalar), babası, babasının kız arkadaşı, bu kız arkadaşın ilk evliliğinden olan kızı (9 yaşında) ve Havuç’un çoğu zaman yanında kalmak istediği anneannesi ile onun bakıcısı olan bir genç kız.
Bizim salon böyle mahşeri bir kalabalık görmedi arkadaşlar!
Müdananım gözüne araba farı tutulmuş bir tavşan gibi kaldı ortada. O derece! Müdananım bile, düşünün artık…
Bu tablodan kimin sorumlu olduğunu anlamaya çalışırken aşırı kaygılı, mükemmeliyetçi kişilik özellikleri ve muhtemelen takıntılı (obsesif) düşünceleri de olan baba aldı sazı eline. Kimin sorumlu olduğu da kendiliğinden ortaya çıkmış oldu.
“Biz oğlumuz Havuç’un başarılı olabilmesi için ne lazımsa yapmaya hazır bir aileyiz. Siz neden onlar da gelmediler, olsalar iyi olurdu dersiniz diye ve tabi bir de tüm aileyi bir arada görerek oğlumuz hakkında gerçekçi bir fikre sahip olabilirsiniz diye birlikte geldik.”
(İyi halt ettiniz!)
Bakın bu artık sululuğun, demokratik aile olacağız, Avrupai takılacağız diye işin afedersiniz .okunu çıkarmanın artık daniskası!
Sınırlar birbirine girmiş, bağlanma, model alma süreçleri saçma sapan bir hal almış, otorite, sevgi, disiplin gibi kavramların anlamını çoktan yitirdiği bir ortam.
“Şimdi derhal hepiniz burayı terk edecek ve yeni bir randevu alıp yetişkin bir anne baba olarak çocuğunuzu daha sonra getireceksiniz.”
Odama girip kapımı örttüm.


8 Temmuz 2012 Pazar

Kendini gerçekleştiren kehanet


Blogla hiç ilgisi olmayan bir yazı için “kendini gerçekleştiren kehanet” ve “karma felsefesi” konularında malumat toplamak üzere oturdum hazreti google’ın başına. İlginç bir araştırmayı tekrar hatırladım bakınırken ve bunu çok muhterem blogger dostlarımla paylaşmasam olmaz diye düşündüm.
Pozitif düşünce, kuantum olumlama, karma vs türünden mistik yaklaşımların henüz bilimsel verilerle desteklendiğine dair elimizde bilgi olmadığından, bu konular karşısında ihtiyatlı davranmak taraftarıyım. Kişisel özelliklerim nedeniyle herhangi bir konuda ahkam kesmek ve benimkinden farklı olan bir düşünce sistemini tam olarak bilmeden “yanlış” olarak etiketlemek bana biraz ters gelir. O nedenle “ihtiyat” sözcüğünü kullandım zaten. Evet benim günlük hayatımda etkiye sahip olmayan akımlar ama bu merak etmemi engellemiyor.
Her neyse bakınırken Rosenthal isimli bir adamın 1968’te çocuklar üzerinde yapmış olduğu bir çalışmayı özetleyen makaleyi buldum. Aslında bu araştırmayı üniversite yıllarından biliyordum hatta yanlış hatırlamıyorsam kısa bir ödev de hazırlamıştım bununla ilgili. Ama geçen zaman bilgileri ister istemez önem sırasına göre hafızada öyle bir depoluyor ki, çekmeceleri açmazsanız orada ne vardı unutuyorsunuz kolayca.
Türkçe’de Rosenthal’in vardığı sonuç, “beklenti etkisi” olarak  kullanılıyor. Pygmalion etkisi veya “kendini gerçekleştiren kehanet” de sıklıkla karşılaşabileceğiniz kavramlar eğer araştırmak isterseniz.
Yaptığı iş de çok kısaca şu: Bir okulda öğrencileri rastgele olacak şekilde ikiye ayırıyor. Bir grubu “çok zeki” olarak sınıflandırıyor ve o grubun öğretmenine bir yıl boyunca bu çocuklara gerçekten de çok zeki hatta üstün zekalı gibi davranmalarını, onlardan bahsederken bu şekilde bahsetmelerini ve yüksek potansiyellerine uygun eğitim vermelerini istiyor.
Buradaki önemli nokta çocuklar çalışma öncesinde herhangi bir zeka testine tabi tutulmuyor. Yani gerçekte “çok zeki” olup olmadıklarına dair elde bir veri yok.
Bir yılın sonunda bu gruptaki çocukların gerçekten de akademik olarak, bu şekilde muamele görmeyen, normal davranılan çocuklara göre daha fazla ilerledikleri bulunuyor.
Rosenthal’e göre, öğretmenlerin yüksek performans beklentisi, öğrencilere söyledikleri şeyler, yüz ifadeleri, gibi sözel ve sözel olmayan çeşitli şekillerde iletilmiş olabilir.
Kendini gerçekleştiren kehanet olarak yorumlanan da şudur: Öğretmenlerin çocuklara olan yüksek beklentisi bir süre sonra çocukların benlik saygıları ve motivasyonları vs üzerinde olumlu bir etkiye yol açıyor.
İyilik yapanın iyilik bulduğuna ( ve tabi aksine de) inanırım. Ama iyilik yapmanın aslında zaten iyilik bulmak için yapıldığı bilgisini de bir lanet gibi zihnimde taşıyorum. Yani üzgünüm ama bu “gerçek”. Ama siz yine de bunu bilmiyormuş gibi davranabilirsiniz. Bence sakıncası yok.
Her neyse…
Bu araştırma neden önemli derseniz, bizde çok sık kullanılan şu tabiri size hatırlatmak isterim: Bir şeyi kırk kere söylersen olur!
Belki de öyledir…

Not: Şu anda dinlediğim şarkıda “yakında Venüs ve Mars’a gideceğiz ama aşka ne zaman kavuşabileceğiz bilmiyorum” diyor. İşte bu da o şarkı…

Nefertiti ve benim "üç harfli"


Şimdi bakın biz terapist bozuntularının sahip olmamız gereken bazı özellikler vardır.
Bu özellikler karşımızdakine bir hayrımızın dokunabilmesi için gereklidir ve evet gerçekten hemen hepsi gereklidir.
Nedir bunlar?
Mesela tarafsız bir duruş. Mesela mimiklerin açık seçik okunduğu botokssuz bir yüz. Mesela koşulsuz olumlu kabul. Mesela taşı çatlatabilecek kıvamda bir dinleme becerisi. Falan filan. Daha bir sürü şimdi burada sayması çok sıkıcı vasıf.
Her terapistin de doğal olarak kendi kişiliğine göre bir devamını oku