19 Mayıs 2012 Cumartesi

Altıncı Mektup

Bir gün bir yalnızlığa düştüm yine. Başımı 
ellerimin arasına aldım, sessizce ağlamaya başladım . 
Önümde yarıya gelmiş bir konyak şişesi 'beni iç' 
diye fısıldıyordu, 'beni iç'. Sonra yalvarmaya başladı: 
'Ne olur' dedi 'ne olur haydi iç beni'. 

Bir bardak doldurdum, tepeme diktim . 
Şişe rahatladı, sustu. Hani ellerimiz birbirine 
değince nasıl oluyorduk? İşte öyle oldum . 
Hani bakışlarımız buluştuğu zaman, bir başka 
türlü atması vardı yüreklerimizin. Onu hatırladım . 

Sonra bir tren hareket etti. Sabahtı. Karşı karşıyaydık . 
Konuşuyorduk. Ben sevmek diyordum durmadan. 
Gözlerim gözlerine soruyordu: 'Seviyor musun?' diye. 
Hep evet diyordu gözlerin, ellerin, dudakların hep 
evet diyordu. Oysa ki, bir çok hayır diyen insan vardı 
çevremizde. Örneğin: bir çocuk hayır, diyordu, bir kadın, 
bir adam ve bir başkası, bir başkası hayır diyordu. 
Hayır'lar arasında ezilmeğe mahkûmdu evet'lerimiz . 

Tren ilerliyordu. Gözlerin gözlerime soruyordu 
ne olacak diye. Sigara üstüne sigara yakıyordum, 
kadeh kadeh içki içiyordum, fakat bilmiyordum 
ben de ne olacağını. Bizi sürükleyen bir akıntıydı. 
Durduramazdık onu, hükmedemezdik ona. 
Bir anafora rastlayıp yok oluncaya kadar akıp 
gidecektik işte. Peki anafor nerdeydi? Uzak mıydı? 
Belki çok yakındı kimbilir. Biz onu 
göremiyecektik. O, gözlerimizi kör ettikten sonra 
saracaktı bizi buz gibi kollarıyla. 

Tren ilerliyordu. Pencereden deniz görünüyordu. 
Denize akşam güneşi vurmuştu. Renk renk 
kayıklar gördük kıyılarda. Denize taş atan çocuklar 
gördük. Uzakta bir balıkçı ağlarını topluyordu. 

Ve tren ilerliyordu. Kadere yaklaşıyorduk . 
Bir alacakaranlık bastı zamanı. Gözlerim gözlerindeydi. 
Ellerini tuttum, titredin. Acı acı bir düdük öttü. 
Bir şeyler koptu içimizden. 

Sonra tren durdu, indik, yollarımız ayrı ayrıydı. 
Şimdi, o gün verdiğin yalnızlığı yaşıyorum .


ÜMİT YAŞAR OĞUZCAN

Cumartesi


Evet bu gün 19 Mayıs’tı ve evet şu saate kadar çalıştım. Müdaananım’ı az önce evine yolladım, bir çay demledim ve yanında ufak bir konyak iyi gider diye düşündüm. Bunu hastalarımdan biri geçen yılbaşında İrlanda’dan getirdi. Dünyanın en iyi konyaklarından birisi olduğunu söylemişti ancak bunu anlayabilecek kadar uzman olduğum söylenemez. Teşekkür edip aldım, çünkü artık terapisi sonlanmıştı, ve arada bir aklıma gelirse içiyorum böyle.
Bunu bir itiraf ya da deşifre gibi düşünmekte özgürsünüz ancak alkol bizim mesleğin en belirgin “sakınca”larından biridir. Hatta zaman içinde o kadar sıradan ve rutin bir hal alır ki, sakınca olup olmadığına dair hiç düşünmediğinizi fark edersiniz. Kolay değildir bütün gün can kulağıyla dert dinlemek. “Dert dinlemek” !
“Sen dertlerini anlatıp da ferahlayacaksın diye ben tonlarca para döküyorum” diyen pek çok koca ve baba tanıdım. En nihayetinde geldikleri noktada “Minaanım sayenizde o sorunların büyük bir kısmını aştık, ben asıl bugün size daha önemli bir mevzu için geldim” cümlesi ile en mahremlerini çalışma odamın orta yerine döker vaziyetteydiler. İlahi adalet diyebilirsiniz. Ama bu benim af buyrun .aşaklı bir psikolog olmadığımı göstermez. Her neyse kendimi övecek değilim. Ayrıca bunu yapanlardan da bir hayli tiksinirim.
Bu saatlerde burayı seviyorum. Tavan lambalarını söndürüp, abajur ve masa lambasının ışığında, aralık pencereden aşağıdaki kalabalık ve capcanlı caddenin sesleri gelirken, demli çay ve o gece alkolden payıma düşenle hatta keyfim çok yerindeyse bir de Captain Black tüttürerek arkama yaslanıp radyodan gelen saksafon sesiyle hücrelerimin gevşemesine izin veririm.
Ölümüne neden olacağını bildiği halde işini severek yapan bir kot taşlama işçisini düşünün…
Veya günün dörtte üçünden fazlasını mürekkep, boya kokan bir matbaada geçiren kafası artık güzel bile olamayacak kadar kokuyu kanıksamış bir yayıncıyı…
Mesleğini radyasyona maruz kalarak icra edebilen bir radyoloji teknisyenini…
Ne bileyim işte, hayatta elma toplamak, deniz kıyısındaki bir gözlemecinin yerlerini paspaslamak, lüks bir butikte kadın parfümü test ettirmek ya da klip çekimindeki Jennifer Lopez’in daha seksi görünmesi için meme uçlarını mıncıklamak gibi daha hijyenik meslekler yerine bazı insanlar elini, kana, boka, çamura sokarak ya da yaşamlarını hiçe sayarak kazanırlar ekmek paralarını.
Pek çok kişiye göre psikoterapistlik de olabilecek en hijyenik ve elit mesleklerden biridir. Kabul ediyorum elimi öyle pis yerlere sokuyor değilim. Ayrıca doğrudan bir hayati risk altında da değilim. Ancak yaptığım işe steril demeden önce insanların ne tür pisliklere bulaşabileceğini ve gelip bunları bana anlatıyor olabileceğini bir düşünün derim. Zamanla ruhunuzun üzerinde bir fosseptik kokusu birikmeye başlar.
Mesleki deformasyon.
Ya alkole başlarsın ya namaza. Ama benden söylemesi, terapistin ibadet edeni pek makbul değildir. Ya da aslında şöyle ifade edeyim terapistin ibadet ettiğinin bilinmesine izin vereni…


18 Mayıs 2012 Cuma

Bir Adın Kalmalı

bir adın kalmalı geriye
bütün kırılmış şeylerin nihayetinde
aynaların ardında sır
yalnızlığın peşinde kuvvet
evet nihayet
bir adın kalmalı geriye
bir de o kahreden gurbet
sen say ki
ben hiç ağlamadım
hiç ateşe tutmadım yüreğimi
geceleri, koynuma almadım ihaneti
ve say ki
bütün şiirler gözlerini
bütün şarkılar saçlarını söylemedi
hele nihavent
hele buselik hiç geçmedi fikrimden
ve hiç gitmedi
bir topak kan gibi adın
içimin nehirlerinden
evet yangın
evet salaş yalvarmanın korkusunda talan
evet kaybetmenin o zehirli buğusu
evet nisyan
evet kahrolmuş sayfaların arasında adın
sokaklar dolusu bir adamın yalnızlığı
bu sevda biraz nadan
biraz da hıçkırık tadı
pencere öü menekşelerinde her akşam
dağlar sonra oynadı yerinden
ve hallaçlar attı pamuğu fütursuzca
sen say ki
yerin dibine geçti
geçmeyesi sevdam
ve ben seni sevdiğim zaman
bu şehre yağmurlar yağdı
yani ben seni sevdiğim zaman
ayrılık kurşun kadar ağır
gülüşün kadar felaketiydi yaşamanın
yine de bir adın kalmalı geriye
bütün kırılmış şeylerin nihayetinde
aynaların ardında sır
yalnızlığın peşinde kuvvet
evet nihayet
bir adın kalmalı geriye
bir de o kahreden gurbet
beni affet
Kaybetmek için erken, sevmek için çok geç

Ahmet Hamdi TANPINAR

Cuma


Sizinle paylaşmak istediğim bir e-posta var. Kendisini belki 5-6 yıldır tanıyorum. Bana ilke getirdiklerinde 12-13 yaşlarında sessiz, sakin fakat son raddede öfkeli bir kızdı. Uzun, upuzun sarı saçları, ela rengi gözleri ve solgun, ince bir yüzü vardı. Bir psikoloğun başına pek de sık gelmeyen bir olayın kahramanıdır Rapunzel. İlerleyen zamanlarda öyküsüne daha da vakıf olacaksınız. Kendisinin izni ile burada yayınlıyorum:
“Sevgili Minaanım,
Nereye gitsem içimdeki yalnızlığı ve boşluk duygusunu da yanımda götürüyorum. Bunu bugün bir kez daha anladım. Toronto da tıpkı diğer büyük şehirler gibi bir parçası olabildiğimi hissedemediğim, dışında kaldıkça gözümde daha çok büyüyen insan kalabalığıyla dolu.
“Ya içindesindir zamanın ya da büsbütün dışında.” Ahmet Hamdi yine tek arkadaşım, tek yoldaşım. Ve ben hala zamanın neresindeyim bilmiyorum.
Sizin bana kendimi bir nehir gibi hissedebilmem için söyledikleriniz geliyor aklıma. Karşımda siz tüm yönergeleri verirken ve bana “bir nehir olduğumu” söylerken her şey daha kolaydı. Şimdi dikkatim çok dağılıyor ve gözlerimi kapatıp da bir türlü olmak istediğim gibi bir nehir olamıyorum. Sanki hep kenarlara sıçrayan su damlalarına, akıntıyla sürüklenen balıklara, yosunlara ve taşlara kayıyor dikkatim. O bütünlüğü, bozulmazlığı, kendini bırakışı ve gidişin mutlaka bir yere varışını, tüm bunları bilmeyi, içimde hissetmeyi kendi kendime tekrar oluşturamıyorum zihnimde. Ama ne tuhaf, siz bana daha önce defalarca bunu yaşatmış olduğunuz için sanki gerçek bir anıymış gibi hafızamda izleri duruyor. Yeniden yaşayamıyorum ama hatırlıyorum.
Türkiye’den ayrılmayı, en azından bu kadar uzağa gelmeyi istiyor muydum onu da bilmiyorum bana sorarsanız. Sanki benim kararımmış gibi gösterilerek tüm planlar yine her zamanki gibi yapıldı, rezervasyonlar, okul kayıtları, ev kiralama, hepsi hızlıca gerçekleşti ve kendimi Atlantik üzerinde hızla giden bir uçakta buldum. Tahmin edebileceğiniz gibi kimse benimle gelmedi. Yine kendi başıma, yine kitaplarım, iphone’um, mac’im ve Ahmet Hamdi…
Uyku düzenim halen oturmadı, iştahım bir gelip bir gidiyor ve o şarkıyı hala ortalık sessizken atmosferde usul usul çınlarken duyabiliyorum. Benden başka kimsenin duymayışı çok da önemli değil artık. Sırrımı tuttuğunuz ve beni olabileceklerden koruduğunuz için size ne kadar teşekkür etsem az. İlaçsız ve hastanelerden uzak bir hayat sürdürmek istiyorum. Bunu yapabilirim. Zaman zaman kuşku duysam da, yapabileceğime inanmak istiyorum. Bu bile yeterli demiştiniz; iyi ki demişsiniz… Sevgiler, Rapunzel.”

17 Mayıs 2012 Perşembe

Perşembe


Baygın gelen iniltiler yükseliyor bazen şehrin üzerinden. Dinlemek istemesem de duyuyorum. Karanlık ve tenha bir sokakta yerde yatan bir karaltının yanına yaklaştıkça belli belirsiz soluk alıp verdiğine, inlediğine ve biraz daha yaklaşınca yerdeki birikintinin su değil de kan olduğuna şahit oldunuz mu hiç?
Ben olmuştum vaktin birinde… Tesadüftü… Uzun hikaye…
Gece evin ışıklarını söndürüp de, perdeleri açarak aşağıdaki caddenin yanıp sönen neonlarına duvarları teslim ettiğimde bir antik kent meydanından beri içimde taşıyormuşçasına biriken nefesimi boşaltarak arkama yaslandığımda başlıyor her şey. Bunun için bir kadeh Kalecik Karası, geniş ve arkaya doğru yaslanmaya müsait bir eski berjer ve kuyruğunu kıyamet de kopsa nazlı nazlı sallayacakmış gibi görünen bir kedi lazım sadece.
Önce gözlerimi bir süre karanlık semaya dikiyorum. Bulutsuz yaz gecelerinde az da olsa yıldızlar görünüyor. Gökyüzü simsiyah ve ölüm sessizliğinde… yokluğu ve hiçliği ve hepliği hissetmek için bir süre kıpırtısız bekliyorum. Ta ki o dehşet verici korkuyu, tüylerimi diken diken eden irkilmeyi hissedene kadar. Yüreğim ağzıma gelip, kalbim deli gibi çarptığında ve yok oluşa bir saniye uzaklık kalmışçasına titrediğimde artık biliyor oluyorum. Bir tür ters meditasyon. Derin korkuya odaklanma. Bir tüt trans hali. Ancak böyle var olduğumu hissedebiliyorum.
Bunu öğrenmek uzun yıllarımı aldı. İbadetle, zikirle,  nirvanayla, yükselmekle veya orgazmla açıklanamayacak bir zihin durumu. Haz ve huzur değil. Hiç değil. Bir tür paratoner olmak denilebilir belki. Yıldırımı ve toprağı düşünün. Sonra yıldırımı paratoneri ve toprağı düşünün. Yıldırım düştüğü andaki paratoneri ve paratoner sayesinde kendisine “ne”yin değmediğinden bihaber toprağı düşünün. Şimdi ne anlatmak istediğimi anlamaya biraz daha yakınsınız.
Bazı bilgileri paylaşmak gerekir. Bazı bilgileri yavaş yavaş paylaşmak, bazılarını ise kendine saklamak…
Şüphesiz ki yolculuğumda sırf bana ait anlarımın olmasına ve bu sayede kendimi özel ve önemli hissetmeye ihtiyacım var. Fakat diğerleri için açılmakta olan Pandora’nın kutusu artık sahnede.
Kendimi hazır hissettikçe size geceleri neler yaptığımı anlatmak istiyorum…
Çünkü bilirseniz her şey farklı olur…

16 Mayıs 2012 Çarşamba

Çarşamba


Bugün öğleden sonra bütün hastaları iptal et dedim Müdananım’a. Yaparım bunu bazen. Bunca okudum, çalıştım, kendi içinde cillop gibi işleyen bir sistem kurdum kendime. Elbette ki bu sistemin sadece bana mahsus hava delikleri olacak. Hayatımı üç beş dengesizin hezeyanları için çekilmez hale getirecek değilim.
“Dengesizsin sen biraz” derim bazen bazı hastalarıma. Dengesizse bunu söylerim. Yaparım. Bazı meslektaşlarım hasta bile demekten çekinip aman yanlış anlamasın insanlar aman etiketlenmekten korkup da gelmemezlik etmesinler diye neredeyse takla atacak kıvama gelirler hastaların karşısında. İkiyüzlülüğün daniskası! “Bak senin gibiler için bazıları pekala ruh hastası der” diye içimden geçeni söylerim ben. İnsanı hasta eden en önemli mikroplardan biridir “riya”.
Tarzımı önce sert bulurlar ve karşıma gelene kadar geçirmiş oldukları hayatları boyunca hep alıştıkları gibi tepki verirler: Kalpleri kırılır!
“Ben senin sevgilin, annen, karın, kızın, arkadaşın değilim. Aramızda bir gönül bağı yok. Kalbinin kırılması çok saçma çünkü sana sunduğum hizmet için bana para veriyorsun.”
Beni sevmek zorunda değildirler. Ve açıkçası bir süre sonra bana bunun için minnet duymaya başlarlar.
Ki aslında ben “minnet”ten de hiç hoşlanmam. Her neyse…
Hayat olduğu haliyle basittir. İnsan doğar, büyür, olmadık hataları yapar, türlü acılar çeker, yerden yere savrulur ve her şey sonunda başladığı noktadaki basitlikte son bulur. Amaç budur sadece. Bunu görmemekte direnip, dış dünyanın her biri birer yanılsamadan ibaret uyaranlarını kendi gerçekliğinmiş gibi farz etmek işine geliyorsa bu basbayağı senin bilinçli seçimindir. Sorumluluğunu al, diyeceğim ama sorumluluk alma becerisindeki bir insan hali hazırda böyle bir şuursuzlukla zamanını harcamayacak kadar “farkında”dır zaten.
Bu verdiğim çok genel bir nevroz tanımıdır ve psikologlara para kazandıranların büyük bir bölümünü de nevrotikler oluşturur.
Para kazanacağım diye dünyanın en sıkıcı insanlarına 45 dakikamı ayıramam. O yüzden açık sözlülük iyidir. Hastaya neye uğradığını şaşırtmak ilk bakışta size verdiği izlenimin aksine oldukça terapötiktir.
Bugün öğleden sonramı kapattım anlayacağınız. Sevdiğim bir şeyler yapmaya ihtiyacım var. Sıkılıyorum çünkü bazen…


15 Mayıs 2012 Salı

Gün Arası


Bunu ukalalık olarak değerlendirmenizi istemem ancak kapıma gelen her hastayı kabul etmeyen, biraz “tok” bir psikoloğum.
Örneğin çocuklarının okul başarısı, yok efendim moda olmuş bir tabir “dikkat eksikliği”, ders çalışmaması gibi nedenlerle arayanlara asla randevu vermem. Müdananım bu tür aramaları geri çevirmede tam bir ustadır; “Aradığınız için çok teşekkür ederiz efendim ancak Minanım özel öğretmen değildir, bu tür tedaviler yapmamaktadır, kendi ruh sağlığınızla ilgili bir sorun olursa inşallah yardımcı olmaktan memnuniyet duyarız.”
Bu cevabı ilk duyduğumda şok geçirmiştim. Sonra da uzun bir süre güldüğümü hatırlıyorum. Öyle nazik ve içtenlikle söylüyordu ki, cümledeki “inşallah” ruh sağlığı ile ilgili bir sorunları olması için değil de öyle bir durumda yardımcı olunabileceği temennisi içinmiş gibi geliyordu kulağa. Sorsam kendisi de aynen bu şekilde cevap vereceği için sormadım. Son derece işlevsel bir karşılıktı. Telefondaki muhtemelen allak bullak oluyor, tam olarak durumu idrak edemiyor ancak sezgileri ona “bu cümlede bir terslik var” dese bile bilinç düzeyinde Müdananım’ın nezaketi ile bu verileri birleştiremiyor ve “teşekkür ederim” diyerek telefonun kapanmasıyla diyalog sonlanıyordu.
İnsanların çocukları üzerinden kendi sahip olamadıkları veya sahiplerse de tatmin olamadıkları başarı ihtiyaçlarını karşılamaya çalışmalarından ve böyle yaptıklarından bihaber oluşlarından hiç hoşlanmıyorum. Patolojinin kendisi değil, bu tablo olduğu gibi nahoş bana kalırsa.
Her çocuk okulda başarılı olmaz. Kendi çocukluklarınızı, sınıflarınızı düşünün. Sınıfın çalışkanları ve tembelleri bir de iki grup arasında yer alan vasatlar vardı. Şimdi herkes bir yerlerde. Öyle veya böyle bu hayatta herkesin bir görevi var. Büyüyor ve kapasitemiz yettiğince bir pozisyonu devralıyoruz. Zorlamak anlamsızdır. Derslere karşı ilgisiz bir çocuk, dışarıdan herhangi bir müdahale ile bu tutumundan vazgeçmez.
Yeterince akıllı ve sezgileri güçlü bir anne babaysanız, ona sağlam (!) bir ödül-ceza tablosu hazırlarsınız ve çocuk belki biraz motive olabilir.Bu da hiç değilse sorunsuzca sınıflarını geçmesini sağlar.
En sevmediğim ebeveyn tablosunu kısaca özetleyeyim: Çocuğun bebekliğinden beri her istediği anında yapılmıştır. Evde kurallar, sınırlar olmamıştır. İyi davrandığında da iyi davranmadığında da çocuk ödüllendirilmiştir. Çocuğa verilen vaatlerin ardında durulmamıştır. Ceza ya hiç verilmemiş ya da çok ağır olarak verilmiş ve çocuk ceza arsızı yapılmıştır. İçinden gelen bir hırs duygusuna da sahip olmayan çocuk disiplini öğrenememiş ve dolayısıyla içselleştirememiştir. Şimdi de ders çalışmak istememekte, kurslara, dersanelere, özel hocalara rağmen sınavlarda başarısız olmaktadır.
GEÇMİŞ OLSUN!!!
Çocuğunuzun kapasitesi bu kadar, cevabından hiç hoşlanmazlar nedense. Çünkü kendi meyveleri olan öyle mükemmel bir çocuk olsa olsa ya “dikkat eksikliği”nden ders çalışmıyordur ya da “sınav kaygısı” nedeniyle sınavlarda bildiklerini bile yapamıyordur!
Yok ya?

Salı

Müdananım sabah bir telaş geldi odama; “Minanım yine Tokmak Bey aradı. Bugün mutlaka göreceğim, çıkıyorum yola dedi, ne yapacağız şimdi?”
Baktım yüzüne bir süre. O böyle paniğe kapıldığında durur ve sakince yüzüne bakarım. Yaklaşık dört saniye sonra yüz hatları gevşemeye başlar. Önceleri şaşırıp, kızarıyor ve yanlış bir şey söyledi de ben kızdım, o yüzden suratına bakıyorum diye utanırdı. Alıştı bana zamanla. Şimdi gevşiyor sadece.
“Var mı bugün boş bir aralık?” diye sordum.
“Hayır yok.”
“Ne yapacağız öyleyse?”
“Ben de onu soruyorum Minanım ne yapacağız?”
“Bir çay ikram edersin, açsa aşağıdan sandviç söylersin sonra da güle güle dersin. Başka yapılabilecek bir şey var mı?”
“Yok değil mi?”
Sosyal çevremi o kadar daralttığım halde yine de sınırlarımı zorlamayacak ve beni stres altına sokmayacak bir çevre, bir hayat kuramadım kendime. Bakınız –yok değil mi?- sorusu. Olmadığını biliyor. Ama bir esneklik olabilir mi acaba diye bu kıvranması.
“Hayır yok Müdananım.”
“Peki.”
Oysa kurallar ve sınırlar insanın hayatını kolaylaştırmak içindir. Bir sıkıntı anında esnetip esnetemeyeceğini düşünerek bünyeye stres hormonu pompalansın diye değil.
Diğer hastalarda böyle yapmıyor. Bu Tokmak Bey kadıncağızda nasıl bir transferansa* neden oluyorsa artık, telefonda her sesini duymada soluğu odamda alıyor. “Tokmak Bey randevu için aradı, Tokmak Bey size geribildirim vermek için aradı, hasta çıkınca geri döneriz dedim, Tokmak Bey en yakın ne zaman gelebilirim diye soruyor…”
İlginç bir tiplemedir Tokmak Bey. Tam bir nevrotiktir. Amasra’da balıkçılıkla geçinen bir ailede büyümüş, şimdi de orta ölçekli bir balık lokantasının işletmecisidir. Kulağa fena gelmiyor değil mi? Ancak siz herhangi bir kanıya kapılmadan şunu da belirteyim; kendisinde balık da dahil olmak üzere her türlü deniz canlısına karşı fobi var. Ayağına yosun değecek diye yedi yaşından bu yana denize girmiyor. Zor bir hayat… Bir ara anlatırım hikayesini.

14 Mayıs 2012 Pazartesi

Pazartesi

Tuhaf tuhaf rüyalar...
Büyüdüğüm evdeyim. Daha doğrusu evde değil de o evin bulunduğu apartmanın arka bahçesinde. Arka bahçe denince duracaksın! Önemli bir simgedir bilinçaltı için arka bahçe fenomeni. Görünmeyendir. Varlığı bilinen ama kullanılmayandır. En son ne zaman ne sebepten yolunun düştüğünü bile hatırlamadığındır belki.
Çocukken oynardık oralarda.
Saklambaç, evcilik oynar, taş, yaprak ıvır zıvır toplamaya giderdik. Oldukça geniş bir apartmanın arkasını olduğu gibi düşünün ben bunları anlatırken. Bazen ateş yakardık Mahmut Amca bizi yakalayana kadar. Top oynardık beton dökülmüş bölmelerde. Zamanla buraların ekonomik değeri keşfedildi, birer cam takıldı ve her bir bölme büyük, geniş tavanlı birer dükkan haline geldi. Zaten büyümüştük bunlar olurken. Oyun hayatımızdan çoktan çıkmıştı.
Oradaydım rüyamda. Neredeyse insanın beline kadar gelen fakat kuruyup sararmış ve ya rüzgardan ya da oradan geçenlerin etkisiyle yan yatmış otlar vardı.
Korkuyordum. İçimde belirgin bir korkuyla yürüyordum otların arasında. Aklımda ne kadar uzun zamandır oradan geçmediğim vardı. Ve şaşkındım biraz da. Bu kadar ot ve bu kadar uzamasına fırsat verilmiş, sararmış ot burada ne arıyor diye düşünüyordum. Ve korkuyla yürürken birden oradaki vahşi hayvanları hatırlıyordum. Korkum daha da artıyor, etrafa daha dikkatli bakmaya başlıyordum. Tek başına mıydım? Belki yanımda korumam gereken birisi daha olabilir, emin değilim şimdi.
Etrafa daha dikkatli bakmamla sararmış uzun otların arasından bakan vahşi gözleri görmeye başlıyordum. Tilki, çakal belki... Cinsini bilmediğim vahşi kediler...
Ve fonda içimden hiç çıkmayan o korku.
Büyüdüğüm apartmanın arka bahçesindeyim, bel hizasında uzun, sık ve sararmış otlar var, korku içindeyim ve etrafta vahşi hayvanların varlığını fark ediyorum. Yolun tam ortasındayım. Geri dönmek ve devam etmek arasında güvenliği sağlamak açısından hiçbir fark yok. O kadar ortasındayım.
Duraklamıyor ve yavaş yavaş, hayvanları ürkütmemeye çalışarak yürüyorum. Her adımda otların arasından ne çıkabileceğine dair daha belirgin bir endişe taşıyorum.
Az sonra korkulan oluyor ve çenesi tuttuğunu koparacak güçte, vahşi, öfkeli ve saldırgan bir köpek beliriyor. Daha doğrusu şu an düşününce bu yaratığa köpek diyorum ama rüya sırasında onu karşımda görünce herhangi bir sınıflamaya tabi tuttuğumdan emin değilim. Tamam diyorum içimden. Bu son. Burası son nokta. Çünkü o saldırgan ve vahşi yaratıktan kaçıp kurtulmanın, bana saldırmadan yanından geçip gitmenin bir yolu yok. Birden az önce beliren vahşi kediler bile evcil görünüyor gözüme.
Sonra bakıyorum o vahşi yaratığa. Üzerine doğru çok yavaş adımlarla gidiyorum. Orası artık son nokta. Geri dönmek de kaçmak da mümkün değil. Korkmanın faydası yok.
Galiba dua ediyorum içimden. Ve içimde inançla güven arası bir duygu varlığını göstermeye başlıyor korkunun yanıbaşından.
Sonra ne oluyor dersiniz? Yaratık sakinleşiyor ve duruyor. Hala tehlikeli ve hala her an saldırabilir, saldırdığında da parçalayabilir ama duruyor işte! Hafif bir şaşkınlık duyuyorum. Daha fazla değil. Çünkü içimden sanki biraz da biliyorum böyle bir olasılığı. Ona bakıyor ve yanında usulca geçiyorum.
Bilinçaltına ilgi duyanlar için müthiş sembolik bir rüya bu. Belki bazıları alt beyin rüyası bile diyebilir. Bir anksiyete (yani kaygı) rüyası. Bilinmezlikler, arka bahçe, her an arasından korkutucu bir hayvanın çıkabileceği uzun, sararmış ve sık otlar, vahşi kediler, öldürücü ve saldırgan köpeğimsi bir yaratık...
Her biri yaradılışa uzanan arkaik korkuların uzantılarını temsil eden semboller bana kalırsa.
Ve meydan okuma, boyun eğme, üzerine gitme temaları... Korkularının gözünün içine bakarak yoluna devam etme...
Bazen benim de bir psikoloğum olsun ve ona rüyalarımı anlatayım ve beni çok özel bulsun, bilinçaltımın ortaya çıkış biçimine, mücadeleci ruhuma ve biricikliğime iltifat etsin istiyorum.
Bazen hastalarımı kıskanıyorum evet...