27 Temmuz 2012 Cuma

Pepecan


Bazen denk geliyorum, bakıyorum diğer insanlar nasıl bloglar yazıyorlar diye… Yani benim bizzat izleyicisi olduklarım değil de mesela blog portalı gibi faaliyet gösteren yerlere.
Müthiş bir entelektüel kitle. Kimi bilişim incelikleri anlatıyor kimi bilgisayarlar, telefonlar vs gibi teknik donanım hakkında bilgiler veriyor, tıptaki gelişmeler, sağlık blogları, hukuk blogları…
Ezik hissettim kendimi.
Ve hemen şu kanıya kapıldım: Acaba benim canımdan aziz izleyicilerim de benden bir öğreten kadın olmamı, efendime söyleyeyim onları psikolojinin derinlikleri, incelikleri hakkında bilgilendirmemi, ontolojik sorgulamalara gark edip felsefi çıkarsamalar denizinde her gün yeni bir idiopatik kinetik farkındalıkla doğan güne uyandırmamı arzu ederler mi?
(Bu son kısmı özellikle itici sözcüklerle bezedim ki her duyduğunuzu istemeyesiniz. Mesela “idiopatik kinetik farkındalık” ne demek ben de bilmiyorum, uydurdum.)
“Minanım ama biz sizi böyle seviyoruuuz” dediğinizi duyar gibiyim. Hepiniz benim bebeklerimsiniz. Yine de bir düşünün, yorum kısmında bireysel değil ama genel konularla ilgili sorularınız olursa yazın da arada didaktik de takılalım gençler…
Mesela örneğin misal vermek gerekirse (!) az sonra anlatacağım yürek deşen Cek hikayesinden sonra teorik bir açılıma girişeceğim, bakalım beğenecek misiniz?

“Pepecan seninle resim yapalım mı? Ya da istersen oyun oynayabiliriz?”
“Ne oyunu mesela?”
“Mesela Macera Adası var. Ya da bakalım ne varmış…”
“Neyse resim yapalım o zaman.”
“Tamam. Al bakalım sana bembeyaz bir kağıt, burada devamı var istersen, bunlar da boyalarımız…”
“Ne yapayım?”
“Ne yapmak istersin?”
“Bilmem.”
“O zaman bana bir insan resmi çiz önce; tastamam bir insan yap.”
“Ama belki de çok güzel olmayabilir?”
“Çok güzel olması gerekmiyor, tam olsun yeter, önemli olan senin yapmış olman benim için.”
Eline boyayı aldı. Bir yuvarlak çizdi önce. Sanırım bu çizeceği insanın başıydı ama durdu hemen ardından.
“Ben resim de yapmak istemiyorum.”
“Tamam resim yapmamız şart değil.”
“Ben burada böyle hiçbir şey yapmadan otursam olmaz mı?”
Bu yıl ilkokula başlayacak olan 6 yaşındaki erkek çocuk: Depresif bir görünümdeydi. Tabi o koltukta öylece oturmasına itiraz etmedimse de izin de vermedim. Konuşmaya başladı sonra. Havadan sudan, çizgi filmlerden, tuttuğu takımdan… Derken konuyu kendisi açtı:
“Benim de bisikletim var aslında. Ama bizim evimizde. Eskiden babam da bizim evimizdeydi. Sonra kendi evine gitti. Orada da odam var. Oyuncaklarım var ama bisikletim yok. Tv’de benim çizgi film kanalım da yok. Babam iş bilgisayarında oyun oynamama izin vermiyor. Çocuklarla oynamaya gittim. Maç yaptık biraz. Sonra oraya gittik. Yolda yarış yaptık. Susadık, orada çeşme gibi bir yer vardı. Hatta bize top da verdi. Alın oynayın diye… Sonra acıktıysanız gelin içeride gofret kraker var dedi. Çocuklardan bazısı gitmedi. Ben gittim. İkisi “Ne olacak oğlum ne kadar iyi adam”, dediler. Sonra hepsi çıktı ben kaldım. Orada yaşıyormuş. Bana resimler gösterdi. Kendi çocukları, torunları varmış, aynı sana benziyorlar dedi. Öbür çocuklar nereye gittiler bilmiyorum. Ben içerde yalnız kaldım. Küçüktü zaten kulübesi.”
Sonra sustu. Olayın ardından aile hemen karakola, adli tıbba koştuğu için kim bilir kaç kez çocuğa aynı şeyleri anlattırdıklarını bilmiyordum ama yeterince anlattığına ve daha fazlasına gerek olmadığına emindim. Fakat ne yazık ki, yapılan görüşmeler suçun niteliğine ilişkin olduğu için çocuğun yaşadıklarının izlerini nasıl yorumlandırdığı ve olayın üzerinden şu anda üç hafta geçmişken ne durumda olduğu haliyle değerlendirilmemişti.
Olayı şöyle özetleyeyim.
62 yaşındaki, daha önceden de taciz ve tecavüzle ilgili hakkında şikayetler olan inşaat bekçisi adam kimsenin olmadığı Pazar gününde çocuklardan en küçük ve en sessiz olanı fotoğraflarla, gofretle ve para vererek oyalamış, yanında kalmasını sağlamıştı. Daha sonra 6 yaşındaki erkek çocuğu kucağına oturtmuş ve “Seninle fış fış kayıkçı oynayalım” diyerek çocuğa sürtünmüştü. Ardından belden aşağısını soyunarak, cinsel organını çıkarmış ve oral yolla çocuğun beden bütünlüğüne tecavüz etmişti. Çocuk başına tam olarak ne geldiğini anlamamış, olaydan sonra kusmuş ve ağlayarak dışarıya fırlamıştı. O sırada yolunu kaybetmiş ve babası polislerle birlikte kendisini bulana kadar epey koşup, korkmuştu. Bulunduğu sırada durum kavranılamamış ancak eve gidip de annesi onu aldıktan sonra inşaat bekçisinin kendisine yaptıklarını ima edebilmişti.
Sonrasında neler olduğunu, cinsel tacize uğrayan bir çocuğa nasıl yaklaşmak gerektiğini bir sonraki yazıda anlatayım çünkü mevzu hayli uzun farkındaysanız.
-devam edecek-


26 Temmuz 2012 Perşembe

Beddua ve küfür serbest !


Alalh’ın sopası yok, böyle aşktı meşkti, kelebekti derken şşrraaakkkk (!!!) diye iniverir insanın suratının ortasına şamar.
Öğlen bir telefon geldi. Numaramı doktor bir arkadaşımdan alan bir hanım, ağlamaklı bir ses tonuyla “muhakkak bugün sizinle görüşmemiz gerekiyor, ne olur yardım edin” diye ısrar edince önce neye uğradığımı şaşırdım ama birkaç ufak soruyla ve kadıncağızın telefonda tam olarak konuşamamasından durumu kavramam gecikmedi. “Tamam” dedim “buyrun gelin.”
Normalde hiç taviz yoktur “sizi muhakkak bugün görmem lazım”lara. Cerrah mıyım yoksa kbb’ci mi ne olacak hemen bugün görünce diye de arkalarından atar yaparım. Acil durumlar için telefon denen bir şey vardır.
Ama böylesi farklı.
Bir kadın bir adam ve bir erkek çocuk geldi. Çocuğu Müdananım’ın denetimli serbestliğine bırakarak önce anne ve baba girdi odaya.
İkisinin de beti benzi atmış, omuzlar çökmüş, annenin gözleri belli ki ağlamaktan kızarmış ve şiş, yorgun gibiler, uykusuz gibiler ve sanki hemen bir gece önce kıyamete tanık olmuş gibiler.
Anlattıkça öğrendim ki aslında bir yıl önce boşanmışlar ancak evlerini ayıralı henüz üç-dört ay olmuş. Salonda bekleyen tek çocukları “Pepecan” anne ve babasının ayrılığına yavaş yavaş alışsın, aniden hayatı bıçak gibi bölünmesin diye işi ağırdan almışlar. Ev içinde anne ve babanın odaları ayrılmış ve ne zaman ki karşılıklı oturup da çocuklarına durumu açıklamaya karar vermişler, Pepecan; “biliyorum siz boşandınız ya da boşanacaksınız anladım ben zaten” diyerek duruma noktayı koymuş.
Ve baba kendisine bir ev tutmuş. Etrafında halen site inşaatları devam eden, şehir merkezine biraz uzakta 18 katlı bir apartmanın 11. katında. Pepecan görünürde bu ayrılıktan çok etkilenmemiş. Cuma akşamı olunca annesi sırt çantasını yapıp hazırlıyor, babası gelip onu alıyor, Pazar akşamüzeri de anne gidip babanın evinden alıyormuş. Zaten çok uysal, sakin ve çekingen bir çocukmuş…
Bir Pazar günü Pepecan babasının oturduğu sitedeki çocukları görerek aşağıya inmek istemiş. Babası da sıkı sıkı tembihleyerek “in” demiş. Ve Pepecan inmiş…
“Buna inanamıyorum Minanım, yani böyle bir şeyin olmasını aklım almıyor. Nasıl kendimi öldürmediğimi, nasıl dayandığımı bilmiyorum, o gün neden gözümü ondan ayırdığımı, hatta nasıl inmesine izin verdiğimi, nasıl on dakikalığına duşa girdiğimi hala bilmiyorum. Yani bu olanlara bir anlam veremiyorum.”
Her ikisi de ağlıyorlardı. Baba gerçekten de yer yarılsa da içine girsem gibi bir halde; anne de belli etmemeye çalışarak ama yine de içinden kabarıp taşan öfkesinin gözlerinden alevler çıkarak etrafa saçılmasına mani olamadan.

Tüm çocukların bisikleti varmış. Pepecan da çocuklardan birinin arkasına oturarak onlara katılmış ve “keşfe gidiyoruz” diyerek hepsi siteden çıkmış. Asfaltta binmek çok basit olduğu için kumlu çakıllı alanda “pati çekelim” demişler ve biraz ilerideki inşaata gitmişler. O gün pazarmış ve etrafta inşaatın bekçisinden başka kimse yokmuş…
Arkadaşlar benim gerçekten yüreğim şişti, duygularım ağrıdı şu saate kadar. Sonrasını tahmin ettiğinizi sanıyorum ama bir ara bağlayacağım, şimdilik müsaade…  

Seyfi denen hayırsız


Ve Diyanet'ten beklenen cevap:
Din İşleri Başkanlığı’nın gönderdiği cevabı aşağıda aynen veriyorum:

Müslüman olup da sağlığı yerinde olan herkesin oruç tutması farzdır. Kişinin her hangi bir haramı işliyor olması, onun namaz ve oruç gibi farzları terk etmesine sebep olamaz. Farzları yerine getirirken bir yandan da bu tür günahlardan tövbe eder.

Müjde’ye müjdeyi verecek oldum sabah evden çıkarken, homurdanma benzeri sesler çıkardı yattığı yerden. Öğlene kadar uyuyor sağ olsun. Ama sonra kalkıp bir yemek yapıyor! Arkadaş adam bir yemek yapıyor!! Böyle bir şey olamaz. Geçen Müdananım’la birlikte parmaklarımızı yedik iftarda.
Ev desen pırıl pırıl. Yapma yorulma dedim ama boş boş oturunca sıkılıyorum zaten dedi. Valla buradan sizin de huzurlarınızda söylüyorum, ellerine sağlık! Benim ev ev olalı böyle pıspırıllık, Timur kedi olalı böyle Garfield’lık görmedi.
Bugün Müdananım iki dirhem bir çekirdek giyinmiş “Seyfi denen hayırsız”ı bekliyor. O böyle diyor.
“Köprünün altından çooook sular aktı Minanım, bu saten sonra arasa, gelse hatta özür dilese bile ne değişir?” dedi o gün ama özel günlerde giydiği tokalı siyah kadife topuklu ayakkabılarını giymeyi de ihmal etmemiş gelirken. Neyse yüzüne vurmadım.
Akşama doğru buraya gelecek “Seyfi denen hayırsız”, sonra da birlikte iftara gidecekler. Merakla bekliyoruz gelişmeleri sayın izleyiciler…
Bu arada yine merak edenler varsa “üç harfli”ye bir ofis bulundu, güya buralardan tutacaktı, kalktı cehennemin dibine üç apartman kala bir yerden buldu. Bu işte Nefertiti’nin parmağı yoksa, sinsi çakal ince hesapların peşinde değilse bana da Deli Mine demesinler. 

25 Temmuz 2012 Çarşamba

Klasör nezaketi


Sizce herkesin hayatında aşka yer var mıdır?
İçinizden de olsa buna bir cevap verdiğinizi zannediyorum.
Peki o halde; emin misiniz?
Tekrar soruyorum… Emin misiniz?
Bir de şunu sorayım: Bir insanın hayatında aşka nasıl yer olmaz? Bunu “ne cüretle olmaz!” anlamında değil, “hangi koşullarda olmaz” vurgusuyla soruyorum.

“Minanım hayatım yeterince yoğun ve neredeyse uyumaya bile zor zaman buluyorum. Benim hayatımda aşka yer yok.”
“Peki karbonhidrat alıyor musunuz?”
“Nasıl?!?”
“Karbonhidrat alıyor musunuz?”
“Yani… almasına alıyorum… yani genelde ayak üzeri bir şeyler yiyorum ya da çalışırken bilgisayar başında falan… ama tabi yani karbonhidrat alıyorum…”
“Bunu duyduğuma ziyadesiyle sevindim.”
“Neden?!?”
“Çünkü siz işkoliksiniz ve arada bir bünyenize sizi mutlu edecek bir şeyler girmesine, girmesi derken tabirimi maruz görün gıda anlamıyla oral yolu kastediyorum, izin vermezseniz bir süre sonra intihar düşüncelerine kapılabilirsiniz.”
“Nasıl?!?”
“Basbayağı.”

Dudaklar kıvrılıyor (bu gerçekten psikolog mu?), kaş çizgileri ortada birleşip yukarı doğru verevleniyor (bunu bana hangi akla hizmet tavsiye ettiler ki?), alın geriliyor (aman canım zaten bunların hepsi kafadan çatlak olur, okulda mı böyle oluyorlar nedir?), yutkunma (bir an önce geçiştireyim de kalkıp işimin başına döneyim), bacak bacak üzerine atma (zaten bir psikoloğa görünme fikrini baştan kabul etmemeliydim) kollar kavuşup göğüste çaprazlanıyor (beni diğer kadınlarla bir tutması kabul edilemez).

“Daldınız?”
“Yoo.. düşünüyordum. Aslına bakarsanız Minanım, neden burada olduğumdan çok emin değilim galiba.”
“Hiç aşık oldunuz mu diye sorunca mı bu fikre kapıldınız?”
“Hayır bu son derece sıradan, normal bir soru, onunla ilgisi yok, siz sordunuz ben cevap verdim.”
“Vermediniz.”
“Hayatımda aşka yer olmadığını söylediğimi sanıyorum.”
“Ben de bunun sorduğum sorunun tam olarak cevabı olmadığını sanıyorum.”
“???”
“Ve tekrar soruyorum: Hiç aşık oldunuz mu Klasör Hanım?”

Bugünkü görüşmelerimin birinden kısa bir kesit sundum size. Dün Müdananım kitapçıda gençlik aşkını görünce nasıl tepki vermişti, bu zavallı “çocuk da yaparım kariyer de” hezeyanlarına kapılıp kariyerine kendini hapsetmiş genç kadın nasıl verdi…
Burada bence tek sorun “yok saymak.”
“Benim evliliğe inancım yok, aşka hayatımda yer yok, annem olmadan da hayatımı gayet iyi sürdürebilirim, babam beni terk etmiş de olsa fark etmez zaten onu sevmezdim, başarılı bir öğrenci olup olamamam sadece ebeveynlerimin sorunu, benim böyle bir isteğim yok, ben kendime yeterince güveniyorum, ben kendisiyle barışık bir insanım…” ve böyle devam eder…
Var olan ve içerde bir yerde Mısır Piramidi kadar gerçekliğinden kuşku duyurmadan dikilen bir ihtiyacı yok saymak haddini bilmezliktir. Çok fena ödetir insana bedelini.

Sabah varanları


Varan biiiiir !!
Arkadaşım baştan söylesenize biz bu yazıları karı-koca, çift olarak falan okuyoruz diye… Ben nereden bileyim şu dört bir yanı patolojiyle sarılı fani dünyada !
Aşk acısı henüz (bakın henüz diyorum) çekmemiş üçüncü türler önce bir kenara geçsin bakayım!
Şimdiiii….
Müsaade ederseniz tespitte bulunasım var: Hayat döngüsünde, zamanın bir yerinde olası bir aşk acısından ne kadar zarar görebileceğini sezinleyip de kendisine çelikten bir kafes inşa etmişlerimiz olabilir aramızda. Hatta benim de benzer durumda tanıdıklarım vardır belki (?) Ancak bu arkadaşların üzerlerindeki altın yaldızı hafifçe kazırsanız belki aşkta değil ama muhakkak hayatlarının başka bir alanında yeterice (!) acı yaşamış olduklarını ve daha fazlasını artık istemediklerine hükmedip kendilerini korumaya aldıklarını görebilirsiniz. Hatta böylelerinin belki de başından geçenlerin yanında aşk acısı nedir ki, bile denilebilir ki pek çok vakada söylediklerim geçerlidir.
Bir de çok nazlı ve el bebek gül bebek büyütülenler vardır ki benmerkezciliklerinden ulaşıp da herhangi gerçek bir yaşam deneyimi yüreklerine ulaşmadığı için (burada aslında yürekten ziyade bazı beyin yapılarını kastediyorum ama o yapıların işlevi biz sıradan insanların günlük dilinde yürek, gönül falan diye geçiyor) doğal olarak acıdan bihaberler vardır. Aramızda böyle birilerinin olabileceğini ise sanmıyorum. Sebebini sormayın, bizim de bir mesleki birikimimiz var heralde!

Varan ikiiiii !!
Bir de Heidi’nin yorum bölümünde bahsettiği bir kitap var. Kendisinden izin almadan paylaştığım için bana kızmaz inşallah ama zaten kamuya açık alanda (!) yazmış o yüzden elimi korkak alıştırmayıp veriyorum:
Komşulukla ilgili yurtdışında bir deney yapmış bazı gençler.
Villaların olduğu bir sitede ilk gün kısık sesle sayılabilecek çok rahatsız edici boyutta olmayan metal müzik açıyorlar. Hemen şikayetler geliyor vesaire. Burunlarından getiriyorlar, bir başka gün bir ses kaydına alınmış kavgayı dinlettiriyorlar mahalle sakinlerine, hem de bangır bangır. Kırılan tabaklar cam sesleri, kadının çığlıkları adamın bağırması falan... Ama yok.. Tek bir tık çıkmıyor, kimse bulaşmıyor...

Ne kadar düşündürücü değil mi? 

24 Temmuz 2012 Salı

Badem'den sonra...


Bir kere şunu söylemek isterim ki aşk acısını insanın kişisel gelişimi ve karakter oluşumu için faydalı bulurum. Yani herkes ömründe aşk acısı çekmelidir. Çeker de zaten. Ama herkes başka başka çeker. Olsun.
Badem Bey gider gitmez çektim Müdananım’ı odaya, sorguya aldım.
“Minanım ben tövbeliyim biliyorsunuz.”
“Biliyorum.”
“Delikanlı oğlum var. Evliliğim, gençliğimde olan bitenler malum… Artık hata yapmak, kalan ömrümü elime yüzüme bulaştırmak istemiyorum.”
“Hayırdır?”
“Gezip tozayım, yiyip içeyim, oğlumun istikbali için çalışayım istiyorum…”
“Ama?”
“Ama sanki ben bu kararları hiç almamışım gibi kader resmen dalga geçiyor benimle.”
Yine bir şey olmuş… Hayırdır inşallah!
“Dün biraz erken çıktım ya?”
“Evet.”
“Kitapçıya uğradım, geze geze raflara bakıyordum. Aynen filmlerdeki gibi oldu. Tam ben çok satanlar rafının önündeyken Dünya klasiklerine bir bakmamla..!”
“Eeee?”
“Ay vallahi söylesem de inanmazsınız.”
“Müdananım gözünü seveyim bir lafı da tek seferde söyle ne oldu? Kimi gördün?”
“Seyfi.”
“Kim?”
“Gençlik aşkım.”
Tam hangi gençlik aşkın diyecekken frenliyorum kendimi, kadıncağız zaten neşesiz bir de münasebetsizlik etmeyelim şimdi.
“Gençlik aşkın?”
“Evet. Hani askerden sönünce seni alacağım deyip, döndüğü gün beni o uğursuzla evlendirdikleri, hiçbir şey olmamış gibi def olup giden var ya?”
Birden heyecanlandım bak; “Eeeee?”
“Eee’si işte onu gördüm. O da beni gördü. Tanımadı sandım önce. Kafamı çevirdim aksi yöne seyirttim, bir de baktımsa yanıma gelmiş.”
“İnanmıyorum! Sonra?”
“Müdoş sen misin, dedi. Evet desem bir türlü demesem başka… Öyle elimde kitapla kalakaldım. Başımı kaldıramadım. Pardon herhalde benzettim, dedi gidiyordu ki, evet benim dedim.”
Gözleri dolmaya başlayınca anladım ki konu hassas hemen durdurdum. Bu gece bizdeyiz. “Müjde yabancı değil, yemekten sonra konuşuruz” dedim. Kabul etti.
Bazen böyle olur biliyor musunuz? Senelerdir ben bunun esbab-ı mucibesini çözemedim. Yani bir hasta gelir bir tema getirir ortama ve ilginç bir şekilde ya o sırada yaşamakta olduğunuz bir duruma örnek teşkil ediyordur ya da ardından birbirine benzer olayları getirir.
Badem Bey aşk acısı der demez irkildim o yüzden. Onu biraz tanımaya çalıştım; ne iş yapar, nasıl yaşar, ailesi nasıldır, arkadaş çevresi var mıdır?
Az çok tahmin edileceği üzere dar bir sosyal ağı olan, biraz anlatınca bağımlılık özellikleri hissedilebilen, histeriyonik eğilimler sergileyen, halk arasında kısaca “zırıl zırıl duygusal” olarak da tabir edilebilecek bir adamcağız.
Detaya girmek lazım…
Size yarın ortaya karışık bir “aşk” güzellemesi yapayım da en iyisi parmaklarınızı yiyin…


Adem Badem



“Minanım sizinle biraz konuşmak istiyorum” dedi sabah Müdananım yüzü bir tuhaf.
“Hayırdır”, dedim.
“Sonra konuşuruz” diyerek bekleyen hastayı içeri aldı.
Neyse ki bir görüşmeye girdiğim anda dünyada geri kalan her şeyi unutabilen birisiyim. 45 dakika boyunca sadece karşımdaki insan ve onun anlattıkları, anlatmayıp bedeniyle ifade ettikleri ve benim bunları anlamlandırmamdan ibarettir tüm bilinçli zihinsel faaliyetim. Pür dikkat dedikleri vaziyet. İşte o benim!
Aklım derhal Müdananım ve onunla ilgili olabilecek on beş milyon olasılıktan uzaklaşarak karşımda oturan ve hayatında ilk kez bir psikoloğa geldiğini söyleyen adama odaklandı.
“Her şeyin bir ilki vardır, takmayın” dedim.
Gülümsedi. Güzel… Demek şakadan anlıyor diye geçti içimden. Kaç benzer bekareti bozdum ben bu odada! Lafın gelişi …
“Denemediğim bir yol kalmadı aslına bakarsanız” diye anlatmaya başladı. “Bir psikolog buna deva olabilir mi onu da bilmiyorum ama bazen insanın yardım istemeyi bilmesi gerek değil mi?”
“Kesinlikle.”
“Soru soranın siz, anlatanın ben olacağımızı biliyorum ama acaba ben de size zaman zaman soru yöneltebilir miyim?”
Şakadan anladığın kadar nezaketlisin de!
“Kişisel olmadığı sürece tabi ki, bana her şeyi sorabilirsiniz.”
“Teşekkür ederim. O halde lütfen sormama izin verin Minanım, hiç aşk acısını iyileştirdiğiniz oldu mu?”
Yüzümde buruk bir Kemalettin Tuğcu final sahnesi gülümsemesi.
“Sanırım bu sorunuzun doğrudan bana gelişinizle bir ilgisi var.”
“Evet.”
“Eğer aşk acıları birbirinin aynı olsaydı bu soruya bir cevap verebilirdim ve bu cevap da sizin işinizi görürdü ama bu odada bilinen şablonların hiçbiri kullanılmaz Badem Bey.”
(Badem yakıştırmasının son günlerin moda bıyık sınıflandırması ile ilgisi olmayıp tamamen adamcağızın gözlerinin biçiminden kaynaklandığını söyleyeyim de vebal altına girmeyeyim)
“Anlıyorum…” Duraksadı. “Haklısınız aslında. Ama artık o kadar yoruldum ki bu gönül yükünü taşımaktan. Birileri bana bir umut versin, geçecek, her şey düzelecek desin istiyorum. Ki gerçekte biliyorum bu, ömrümce silip atamayacağım alnımdaki en derin çizgi.”
Aklıma tam o an Aşık Veysel’in “seversin kavuşamazsın aşk olur” sözü geldi. Gönül yükü taşınamaz hale geldiyse, konuşmak üzere olduğumuz konunun belki de “aşk”la bir ilişkisi kalmamış olabilir.
“Sizi dinliyorum” dedim.
“Sevgilimi unutamıyorum.”
Bekledim.
“Onu aklımdan çıkaramıyorum. Nefes alamıyorum, işimi yapamıyorum, uyuyamıyorum, yiyemiyorum…”
Dinlemeye devam ettim.
“Hemen her hafta Eternal Sunshine of the Spotless Mind’ı izliyorum. İzlediniz mi o filmi? Bilir misiniz?”
Bilmez miyim ?? Başımı sallıyorum “evet” anlamında.
“Onu aklımdan çıkarmak istiyorum. Hayatıma devam edebilmek, onu düşünmeden normal insanlar gibi yaşayabilmek istiyorum.”
“Ne kadar zamandır ayrısınız?”
“Bunu sormayın bana. Yeterince fazla ve sanki dün olmuş gibi. Bazen hala birlikteymişiz gibi saçma sapan şeyler yapıyorum. Bazen de alnımın ortasından kurşun yemiş gibi bir anda rüyadan uyanıyorum. Yok diyorum kendime, gitti, bir daha hiç gelmeyecek…”
Şeytan dürtüyor; “Nerede şimdi?”
“Bilmiyorum.”
“Badem Bey ben tam olarak nasıl yardım edebilirim size?”
“Sihir yapın.”
Pek çok kez aslında sihirbazlık yapmamı isteyen ama bunu dile getiremeyen insanlar olur bu odada. Ben bir şey söyleyeyim, bir şey yapayım ya da öyle bir tavsiyede bulunayım ki bir anda bütün dertler bitsin, tüm sorunlar çözülsün isterler. Çok insani. Bunu herkes ister.
Onun yerine neşteri vurup cerahati akıtmak gerekir bazen. İçten içe onu öldüren, sinsi ve yapışkan bir zehir gözyaşı olup sicim gibi akar nihayetinde.
-devam edecek-

23 Temmuz 2012 Pazartesi

Pis herif !


Peki buyrun bir de buradan yakın madem:
P. 39 yaşında. 34 yaşındayken aynı resmi kurumda kendisi gibi memur olan O. ile evleniyor. Ne görücü usulü denilebilir bu evliliğe ne de severek. O. bir süredir P.’yi beğendiğini söyleyerek birkaç kez onu dışarıya davet ediyor. Konuşup yemek yiyorlar ve sonra evlenme teklif ediyor. P. düşünüyor,  yaşım geçti geçecek, artık yuvamı kurayım, hem adam işinde gücünde, evi var, tahsili var diyerek tamam diyor. Evleniyorlar.
Evlendikleri gece kendi evlerinde kalıyorlar. O gün sorunsuz geçiyor. Fakat ertesi gün öyle bir başlıyor ki şiddet ve eziyet, P çocuğunu da alıp polise sığınana kadar tam 4 yıl devam ediyor.
İlk dayağını ayak bileği uzunluğundaki eteğinin altına naylon çorap giymeden sokağa çıktığı için yiyor. Sonra görümcesine güler yüz göstermediği için, sonra annesine “bizde kalın” demediği için ve yemek tuzsuz olduğu için, yemek fazla tuzlu olduğu için, tv’nin sesini fazla açtığı için, kocası evde yokken cam sildiği için, balkona çıktığı için, makyaj yaptığı için, evde kocası için makyaj yapmadığı için, fazla para harcadığı için, paraya kıyıp da kocasına pamuklu pijama almadığı için, maaş kartını kocasına vermek istemediği için, maaş kartını verdikten sonra “para ne oldu” diye sorduğu için ve onun için ve bunun için…
Bazen tek bir tokat, bazen saçını çekerek yüzünü, yanaklarını morartana kadar elinde sıkma, bazen bacaklarına savrulan birkaç tekme, bazen başına isabet eden tv kumandası, terlik veya cep telefonu… giderek sıklığı ve dozu artıyor…
Bu kadının nasıl cehennem hayatı yaşadığını düşünebiliyor musunuz? Gündüzleri dairede kimse fark etmesin diye kıyafet altında kalan yerlerine çalışıyor koca; ama kadının yüzünde artık gizlenmesi imkansız hale gelen derin bir mutsuzluk, umutsuzluk, her şeyden vazgeçmişlik… belki de çocuğu olmasa kendisine zarar verecek… o raddeye gelmişlik.
“Bir gece boğazım sıkılarak uyandım. Gözlerimi bir açtım bir eliyle boğazıma sarılmış, diğer elinde büyük dikiş makası, gözüme doğru tutuyor. Bu sefer dedim bitti işim, kesin öldürecek. Çığlıklarımı duymuş çocuk ağlayarak kapıda duruyor, kendimi mi düşüneyim yoksa onu mu bilemedim, nasıl çaresiz bir an nasıl ölümden beter anlatamam. Nasıl kurtuldum elinden hala tam olarak hatırlayamıyorum. Bizim dairede çalışan kendi halinde bir adamcağız vardı. Bazen oğlumu iş yerine götürürdüm, şeker, çikolata alır onunla şakalaşırdı. Rüyasında beni o adamla yatakta görmüş. Bana ayan olur çocukluğumdan beri rüyalarım çıkar sen beni aldatıyorsun diye saldırmış meğerse üstüme. Akıl hastası gibiydi. Giderek zıvanadan çıktı.”
Şimdi burada pek çok şey düşünülüp söylenebilir.
Benim asıl garibime giden kadının anlattığı buna benzer onlarca dehşet anı sırasında çığlık çığlığa bağıran bir anne ve çocuğun sesine hiç mi bir komşu gelmez?
Neyse ya, asabım bozuluyor, ahlaka mugayir kuru sıkı sallayasım geliyor, kapatıyorum…

Çatı katında ramazan şenlikleri


Bu gece tuhaf bir şekilde kıpırtısız ortalık. Karşılıklı açtığım pencereler ve hatta mutfağın o her zaman çarpmasın diye önüne bir şeyler koymak zorunda kaldığım geniş kanatlı alçak penceresi bile öylece duruyor.
Klima taktırmamakta direndiğim için beni geri kafalılıkla suçluyor Müjdat. Yani Müjde. Tepemden baktı elinde yeni doldurduğu çay bardağıyla arkamdan geçerken ve “madem benden bahsediyorsun Müjde de bari” diyerek karşıdaki kanepeye kuruldu.
Bugün ikimiz de oruçluyduk ve iftarı birlikte yaptık. Şu anda sersem gibi elimizde çaylarla boş boş bakınıyoruz.
Bana ısrarla Diyanet’e e-posta attırdı. Durumumu anlat, dedi. Henüz ameliyat olmadığını, erkek bedenine hapsolmuş bir kadın olduğunu ve bundan bağımsız olarak Allah’a inandığını, bu yüzden de oruç tutmak ve en azından yani hiç değilse ramazan ayında sabah namazı kılmak istediğini, bunun kabul edilip edilmeyeceğine dair kuvvetli şüphelerinin bulunduğunu ve bir otoriteden teselli edici şeyler duymak istediğini söyledi.
Ne denilebilir ki?
Yazdım ben de zira verecek bir cevabım yoktu.
Ama biraz kafamı meşgul ettiğini de itiraf etmeliyim bu açık yürekli serzenişin. Ona uzun bir zamandır fuhuş yapmayı bıraktığını ve bu dünyada mükafatlandırılacak bir şey varsa o da namusuyla para kazanmak olabileceğini söyledim.
Buna inanıyorum.
Yani düşünsenize birileri aç karna yatarken lüks içinde ve her türlü dejenerasyona uğrayarak yaşayanların, bile bile hak yiyenlerin, karısının kafasını kalorifere çarparak darmadağın edenlerin, çocukların ırzına geçenlerin ve daha gözünü kırpmadan neler neler yapanların aramızda elini kolunu sallayarak ve hatta kimi zaman itibar dahi görerek yaşadıkları bir dünyadayız.
Her zaman bu denli anlayışlı değildim itiraf etmek gerekirse. Müjde’yi tanıdıktan sonradır bunun ne kadar zor bir yaşama biçimi olduğunu idrak edişim.
Kendisine sunulana razı olmayıp giriştiği mücadelenin hazin ve paramparça edici etkileri gözlerimin önünde cereyan ediyor. Ve ben ona saygı duyuyorum.
Şimdi Diyanetten bir cevap bekliyoruz ve Allah biliyor ya, insanlıktan nasibini almış bir yetkilinin yanıtlaması için içten içe dua ediyorum.
Ramazan süresince bende kalacak. Cenabetliğini yedi düvelin duyduğu mahallemize uğramaya çekinen davulcuların yerine sahurda internetten bulup indirdikleri davul sesiyle neşesini bulan iki tuhaf insanız neticede…