3 Eylül 2012 Pazartesi

Kız arkadaşı oğlumdan hamile!


Önce anneyi görmüştüm.
“Minaanım bu çocuğun rahatlığı beni öldürecek artık ruh sağlığımı kaybettim” diyerek telaşla girmişti söze.
“Artık küçük bir çocuk değil. Eskinin sistemiyle bu yıl lise 3, seneye sınava girecek. Hala defterini, kitabını, üstünü başını, çorabını, af edersiniz iç çamaşırına kadar her şeyini ben düşünüyorum. Dünya umrunda değil! Vallahi bu rahatlığı beni öldürecek.”
“Bugüne dek nasıl getirdiniz peki?” Öyle ya koskocaman çocuk, özel bir okulda, hiç sınıfta kalmadan, arada teşekkür belgesi falan da alarak, ayrıca basketbol takımına da devam ederek bu yaşına kadar bir şekilde gelmiş. Hep böyleymiş. Annesi neden şimdi (!) gelmişti? Ne değişmişti? 16 küsur sene boyunca bir şekilde tahammül edebilmişken neden tam bu noktada “ay bu beni öldürecek” diyerek karşımdaydı?
“Hep ben topluyorum arkasını. Ben peşinden koşturmasam hayatta kendi başına şurdan şuraya gidemez; gitmez! Öyle vurdumduymaz, öyle tembel, öyle düşkün rahatına!”
Aslına bakarsanız bu ifade “aynı babası” demenin diğer yoludur. Yeterince sabırla beklerseniz ilerleyen cümlelerde mutlaka dile dökülür…
“Seneye sınava girecek. Bu yıl dersaneye yazdırdım. Artık sorumluluğunu bilmesi lazım, düzenli ders çalışması, test çözmesi lazım. Ve de ben söylemeden yapması lazım. Ben artık tükendim.”
Bu örüntüyle psikologların kapısını aşındıran o kadar çok aile var ki… Bilseniz şaşarsınız… İnsanlar ilginç bir şekilde meydana gelmiş ve kendi tutumlarıyla şekillenmiş olan çocuklarına bakıp da “ideallerindeki” modele uymadıklarını sıklıkla fark ediyor ve “al bunu düzelt” olarak da pekala yorumlayabileceğimiz taleplerle geliyorlar. Nesini düzelteyim?
Bebekliğinden beri her istediğini yapmışsın, ihtiyacı olsun olmasın sürekli oyuncak, giysi, ıvır zıvır artık neyse, alıp önüne koymuşsun, hayır dememişsin, dediysen devamını getirememişsin, kural koyamamışsın, koyduysan uygulayamamışsın, hak etmediği halde ödüle boğup, orantısız cezalar uygulamışsın… Ve çocuk bu yaşına geldiğinde hayatta bir “şey” uğruna mücadele etmeyi öğrenememiş, kendini ödüllendirmek ne demek, elde etmek ne demek bilmeden,  yaşamının hiçbir amacı, motivasyon kaynağı olmadan gelmiş evinin baş köşesine kurulmuş. “Avrupalı” (!) anne-baba olacağım diye işin .okunu çıkartıp, çocuğa tapınmışsın. Eğer doğuştan getirdiği bir “hırs” yatkınlığı yoksa ben bu çocuğun nesini değiştireyim? Onu sıfırdan doğurup farklı mı yetiştireyim? Ne yapayım?
Demedim tabi… Demiyorum artık… Çoktan vazgeçtim… Çünkü ne o çocuk değişebilir ne de o anne-baba… Öğrendim…
“Ben size nasıl yardım edebilirim?”
“Konuşun onunla. Benim haricimde kim söylerse ciddiye alıyor, önemsiyor. Sanki ben akranıymışım gibi, bir de ters cevaplar… ayy bir de ters konuşmalar, beni bozmalar… Çok kalbim kırılıyor artık… Dayanamıyorum Minaanım.”

Ve ilk görüşmede yaşadıkları sorunların kabaca nelerden kaynaklandığını, kendi davranış ve alışkanlıklarının nasıl oğlunun tepkileriyle ilişkili olabileceği konularında bir çerçeve çizdim ona. Hem kendisi hem de oğluyla ilgili ne tür değişiklik (!) beklentilerinin gerçekçi olabileceğini, nelerinse daha başından hayal kırıklığıyla sonuçlanabileceğini anlattım. Tabi sizler de bilirsiniz ki, anlattıklarınız, karşınızdakinin anlayacağı kadardır. Neyse…
Ve tabi babanın hiç böyle sorunları olmadığını, oğluyla aralarının gayet iyi olduğunu, ona bir şey söylediğinde çocuğun muhakkak rıza gösterip, sözünü dinlediğini vs duyunca da şaşırmadım. Baba fazla otoriter değildi ama tutarlıydı. Çocuk her ikisine de nasıl davranması gerektiğini – tıpkı tüm diğer çocuklar gibi- öğrenmişti. Ve şimdi de öğrendiği gibi davranıyordu.
Gelelim son görüşmeye. Kadıncağız tek başına geldi. Panik içindeydi.
“Kız hamile Minaanım!”
Takdir edersiniz ki, hangi kız diye sormak durumundaydım.
“Oğlanın kız arkadaşı! Hamile! Cumartesi geldi süklüm püklüm, tabi bizimki her zamanki gibi yediği naneyi zerre umursamıyor, biz ne yapalım diye bana soruyorlar. Ne eşim biliyor, ne kızın anne-babası. Ben! Sadece ben. Ne yapacağımı şaşırdım. Kız annem beni öldürür öğrenirse n’olur söylemeyin diye ağlayıp duruyor. Bizimki, internetten araştırmış ya kürtaj olacak ya da siz dilekçe verirseniz evlenebiliyormuşuz diyor. Aklımı oynatmak üzereyim.”
Gülmem geldi, tuttum kendimi. Bana anlattığı sorumsuz, umursamaz, kaygısız çocuğu gördünüz mü? İzin dilekçesiyle kız arkadaşıyla evlenip durumu kurtarma derdinde. Bana hiç de sorumsuzca gelmedi…
“Bu sizin tek başınıza altından kalkabileceğiniz bir konu değil”, dedim. “Ortada biri sizin olan biri de olmayan iki çocuk var ve diğer anne-babanın ve pek tabi eşinizin de durumu bilmeye hakları var.”
“Benim derdim ne zaman bitecek? Allah’ım ben daha bu çocuktan neler göreceğim? Ben bunları hak eden bir anne miyim? Minaanım söyleyin ne olur, her istediğini yapmış bile olsam, bu kadarını hak etmem reva mı?”
“Tabi ki değil.”
Rahatladı biraz…
Çıkarken önce eşini aramak sonra da onunla birlikte kızcağızın ailesini ziyaret etmek üzere karar almıştı…
Çocuğun mu var derdin var…



25 Ağustos 2012 Cumartesi

Bir "huzursuz bacanak" vardı...


Hızla gelip geçiyor günler…
Tanıdık tanımadık birçok insan, aşina olduğumuz ya da olmaya başlayacağımız hayat öyküleri, davranış kalıpları, ilişki örüntüleri… Bunların toplamının tekdüzeliğinde ve ayrıntılardan derlenen küçük sürprizlerle ilerliyor hayat…
Bunu “ilerleme” olarak adlandırmak da ne kadar doğru bilmiyorum esasen. Belki sadece durduğu yerde duruyor.
Aslında bugün üzerime çöken kasvetli terör mağduriyetini yazacaktım. Biliyorum ben yazınca bir şey olmuyor… ama ben de bu şekilde rehabilite ediyorum kendimi işte… yazıyorum rahatlıyorum… birileri de okursa ne mutlu bana…
Ama tam ben kafamda uluslararası siyaset stratejistlerini kıskandıracak (!) çıkarsamaları akşamdan suya yatırırken, çok kıymetli bir okuyucu arkadaşımızın sorusuyla aniden direksiyonu terapi odasına kırdım. Sağ olsunlar Onur Bey, ne olacak bu “Huzursuz Bacanak” hikayesinin sonu mealinde bir soru sormuş. Ben de anlatayım dedim…
Aslında hikaye bir kısmı da benim odamda cereyan eder şekilde sürüp gitti arka planda. Araya pek çok konu karıştı, dikkat odağım oradan oraya kaydı, ramazandı, bayramdı derken kaynadı gitti.
Size kısaca hatırlatayım isterseniz… İki erkek gelmişti bir gün… Çok eski iki arkadaş ve iki kız kardeşle evli bacanaklar… İçlerinden birisi kişisel gelişim, NLP, EFT, Kuantum olumlama falan uçmuş gitmiş… Diğeri görünürde daha aklı selim, ayakları daha bu dünyaya basıyor ve mantıklı… (“görünürde” ifadesi tesadüf değil) zaman içinde her ikisinin de evliliklerinde hemen her evlilikte karşılaşılabilecek türden sorunlar olmuş. Ancak gelin görün ki kişisel gelişimci olanın evliliğindeki sorunla giderek içinden çıkılmaz bir hal almış ve çift boşanma raddesine gelmiş. Kadın evi terk ederek kız kardeşi ve eniştesinin evine taşınmış. Adam oralı değil, inceldiği yerden kopar, mukadderat, öğrenilecek dersler, çıkarılacak sonuçlar, kişisel olarak geliştirecek doneler olabilir kafasında…
Arkadaşı yani öykümüzün başlığında “huzursuz bacanak” olarak ismi geçense bu evliliği kurtarma gayesinde onu alıp bir psikoloğa getirmiş. Bu davranışın yorumu şudur aslında: “Bunu tamir et, düzelt, karısını alsın evine götürsün, hiçbir şey olmamış gibi hayatımıza devam edelim.”
İlk bakışta niyet iyi. Bir yuvayı yıkılmaktan kurtarıyor hatta; iyi değil müstesna !!
Fakat sevgili okuyucu, bu aslında hepimizin kolayca düşebileceğimiz yanılgılardan sadece bir tanesi. Bir evliliği kurtarmaya çalışmak elbette ki gerekli ve hangi motivasyondan kaynaklanırsa kaynaklansın iyi niyetlidir; lakin bir noktadan sonra çabayı durdurmak ve enerji yatırımını “destek ve planlama” alanına kaydırarak insanlara gerçekten ihtiyacı olan yardımı yapabilmek önem kazanır. Halk arasında buna “olmuyorsa zorlamayacaksın arkadaş” da denir.
Son yıllarda kişisel gelişim, evrenle bütünleşme, kainatı parmağının ucuna takıp dize getirme türünden yeni bir “din” eğilimi ve insanın “Tanrı”lığa öykünmesi olarak (nacizane) yorumladığım, dünyayı hızla sarmakta olan bir “hareket”in varlığı illa ki sizin de dikkatinizi çekiyordur. Bunun insanı köklerinden koparıp dünya milleti vatandaşı yapma gayretindeki emperyalizmin ulus devletleri baltalama girişiminin bir sonucu olduğunu söylemem size fazla siyasi gelirse, tam bu noktada okumaya bir son verip daha eğlenceli bir başka sayfaya geçebilirsiniz.
Yalnızlaşan ve standardize edilmiş eğitim süreçlerinden geçen insanların gerçek hayatın sıradanlığı ile başa çıkması ve kendisine haz verecek bir “fark” yaratması pek çokları için kolay değil. Henüz kendisini tanıyamadan, hayattan ne beklediğini, gerçekten ne istediğini bilmeden, sırf bazı toplumsal gereklilik örüntülerine sıkışıp kalmışlıktan ve çözüm getirme beceri eksikliğinden dolayı alınan kararlar sonrası yapılan evlilikler mutsuzluğun dipsiz kuyularında boğmaya başladı mı bir insanı, sapılacak yollardan sadece bir tanesidir “evrenle bütünleşme” fantezisi.
Evlilikleri düzelir mi düzelmez mi bilmiyorum. Çünkü şu anda karı-koca aynı evde, ayrılıkları, boşanmaları ve boşanma sonrasında ne yapabilecekleri hakkında yetişkin insanlar gibi konuşabilir haldeler. Ki bu gerçekten önemli bir “ilerleme” göstergesi bana sorarsanız.
Gelelim bizim “huzursuz bacanak” konusuna…
Bu hikayenin altından çıkan en yaralı ve örselenmiş ruh sanırım onunki. Size ifade etmeye çalışırken kelimeleri haddinden fazla özenli seçmem gerekiyor çünkü bir cümle öncesinden itibaren hassas bir zemin üzerindeyiz. Her nedense iki erkek arasındaki ilişki hakkında yorum yaparken, hele de bu yakın bir ilişkiyse insan ister istemez yanlış anlaşılmamak için çabalıyor.
Onlarınki çok eski ve sevgi temeli üzerinde büyümüş bir arkadaşlık. Bazen bu tür çok yakın arkadaşlıklarda bir taraf diğerine göre “bağımlı” kişilik özellikleri sergilemeye yatkınsa zamanla ilişkinin içeriği arkadaşlık, dostluk, kardeşlik gibi sınıflandırmaların tamamı ama artık onlardan da bambaşka, o güne dek hiç “acaba buna ne isim versek” diye üzerinde durulmamış bir hal alabiliyor. Bazıları buna cinsellik barındırmayan “aşk” olarak yaklaşabilir.
Ki yine bana sorulsa işin içine fiziksel bağlanmayı katarsak yine de ortaya “cinsel” çağrışımlı bir anlam çıkmayabileceğini düşünürüm ama bunu ifade etmekte zorlanacağım için kendime saklarım. Kendisiyle görüşmeye devam ediyoruz. Yapışık ikizinden ameliyatla ayrılan pasif ikiz teki gibi şu aralar… Depresif bir dönemden geçiyor. Kimliğini, koca ve baba olarak rollerini, hayattaki duruşunu falan sorguluyor…

22 Ağustos 2012 Çarşamba

Kan uykusu


Yoğun bir ay ve onu izleyen hazin bir bayram sonrasında herkese merhaba…
Patlayan bombalarla sivillerin, çocuk büyük demeden büyük şehirlerde öldürülmesini, her geçen gün yeni bir askerin şehit olmasını ve günlerimizin “bugün nereden bir kara haber gelecek” diye korkuya bulanmasını sizi bilmem ama ben artık kaldırmakta zorlanıyorum.
Yurdun her bir köşesinden bayraklara sarılı tabutları, en önde saf tutmuş perişan anne ve babaları, acıdan yerinden kıpırdayamaz hale gelmiş kardeşleri, cenazenin arkasından çığlık çığlığa koşan çocukları görmek içimde umuda, neşeye, iyimserliğe dair ne varsa alıp götürüyor.
Bir ruh sağlığı uzmanı olarak topluma metanetli bir duruş, “bunların hepsi geçecek, her şey güzel olacak, sabredin” mesajı vermesi beklenen güruhtan olarak sayılıyorsam, bu manevi görevden azlimi talep ediyorum.
Çünkü artık manyakça bir hal aldı her şey. Hiçbir şey olmamış gibi hayatıma devam edebilmekte zorlanıyorum. Yediğim lokmalar boğazıma diziliyor. Kahkahayla gülemiyor, yaptıklarımdan keyif alamıyor hatta hayal bile kuramıyorum.
Benim gibi olmayanları kınamıyorum. Fakat onlara imrenmiyorum da. Çünkü biliyorum ki insan olmaya gerçekten felsefi bir anlam yüklenecekse ancak böyle zamanlarda bu mümkün olabilir.
Ve toplum olarak bir anda patlayan bombalarla bütünselliğimiz darmadağın olurken bir taraftan da her zaman hayatta kalabilmek için ne yapıyorsak onu yapabilmeye devam etmek zorunluluğu, bu tür felaketlerin hep bizden uzakta cereyan edeceğine inanırken aslında attığımız her adımda ölüme herkes kadar yakın olduğumuz gerçeğinin gözümüze sokulması sonucunda ruh sağlığımızı kaybetmekle karşı karşıyayız.
En çok korktuğum şey ise terör örgütünün vahşet ve insan dışılığının somut gerçeklikten soyutlanamayarak bir arada yaşadığımız hiç suçu günahı olmayan kalabalık bir kitlenin etnik köken itibarıyla aşırı genellemeye kurban gitmesi.
Sosyal medyada genelde “milliyetçi” kesime atıp tutanların bir anda gözü dönmüş faşistlere dönüşmesi ve milliyetçilerin sağ duyuya davet eden, ortalığı yatıştırma gayretleri bilmem dikkatinizi çekiyor mu? Hepimizin olan biten hakkında dikkatli ve hep alışkın olduğumuz kalıpların dışına çıkarak düşünmemiz lazım…
İşte böyle… keyfim yok arkadaşlar… Deli Mine siyasete bulaştı diye düşünen varsa onlara diyecek bir sözüm yok… Herkes vicdanından sorumludur…

13 Ağustos 2012 Pazartesi

Begonvil'in büyük imtihanı


Çok üzgün ve dalgındı bugün. Makyajsız, fönsüz ilk görüşüm onu. Saçlarını sıkıca atkuyruğu yapmış, üzerinde yazlık bol kıyafetler fakat her haliyle duru bir su gibi güzel, gözleri pencereden dışarıda bir yerlerde takılı kalarak anlattı.
“Yapamadım” dedi.
Mendil kutusunu alarak karşısındaki koltuğa geçtim. Mendile bolca ihtiyacımız olacaktı…
“Bütün cesaretimi toplamıştım. İl dışında bir gezideydi eşim. Gelince görüp de birden şaşırmasın ve sert tepkiler vermesin diye bavulları toplamamıştım. Ama kafamda ne yapacağım, yanıma ne alacağım, nasıl evden çıkacağım, çocuklara ne diyeceğim ve onların hangi eşyalarına ihtiyacımız olacağı, hepsi tek tek hazırdı. Eşimin boşanmaya yanaşmayacağını ve beni ikna etmek için evde çocuklarla birlikte kalmama izin vererek kendisinin kapıyı çekip çıkmayacağını biliyordum.”
“Akşam çocukları erken yatırdım. Babalarını bir haftadır görmüyorlardı, beklemek için ısrar ettilerse de babanız çok geç gelir sabah görürsünüz dedim. Işıkları kapatıp, bir tek salondaki abajurun ışığında ağlayarak onu bekledim. Yapmak üzere olduğum şey belki acımasızca ve bencilceydi ama artık daha fazla bu riyakarlığı sürdüremezdim. Ayrı kalamıyordum işte sevdiğim insandan. Bu şekilde hem kendimin hem de eşimin onurunu ayaklar altına alıyordum. Ne olursa olsun bunun sonuçlarına katlanacağım ve doğru olanı yapacağım diyordum kendi kendime. Hayal bile edemiyordum vereceği tepkiyi. Belki bağırıp çağırır belki de hayatında ilk kez bir kadına el kaldırırdı. Her şeye hazırdım. Bu, benim tek başıma yapmam gereken bir şeydi.”
Bu noktada tekrar gözleri doldu Begonvil’in. Devam edebilmek için birkaç dakikaya ihtiyaç duydu.
“Hala inanamıyorum Minanım. Bu olanları aklım almıyor. Bunu nasıl… Ben onu nasıl… Şimdi nasıl…”
Bu cümleleri tamamlamak gerekirse, eşinin söylediklerine inanamadığı, onu bunca yıl hiç tanıyamadığını düşünerek bundan sonra ne yapacağını nasıl davranacağını bilemez halde olduğu söylenebilir sanıyorum.
“Hiç şaşırmadı beni o saatte onu bekler görünce. Selam dahi vermedi. Geldi karşıma oturdu. Yüzüme bakmıyordu. Tuhaftı hali. Uçakta gelirken içki içmişti galiba. Gözleri kıpkırmızıydı. Kravatını çözdü. Yüzünü elleri arasına alarak öne eğilip durdu. Uzun süre kaldı öyle. Ağzımı açmaya cesaret dahi edemedim onu öyle görünce. En sonunda doğruldu, yüzü kıpkırmızıydı. Beni bırakıyor musun, dedi. Olduğum yerde kalakaldım. Şok geçirdim. Sen bunu nereden biliyorsun dememe kalmadı, çocukları alıp, eşyaları toplayıp beni öyle bok çuvalı gibi ortada bırakıp gideceksin öyle mi, dedi.”
“Sana tek bir şans veriyorum ya şu anda benden af diler her şeyi geçmişte bırakarak dizini kırıp evinde oturursun ya da hayatının geri kalanını cehenneme çeviririm, dedi bana. Ve devam etti, hiçbir erkek, hiçbir koca yediği boynuzu sineye çekip benim gibi davranmaz, aklını başına al.”
Yüzü kireç gibiydi Begonvil’in anlatırken.
“Sonra bir anda anladım Minanım. Her şeyi biliyordu. Nasıl öğrendiğini sordum. Sen beni aptal mı zannediyorsun, bunca yıllık kocanı hiç mi tanımadın dedi bana. Evrak çantasından bir tomar kağıt çıkardı önce. Al diye fırlattı; bunlar telefon dökümlerin! Sonra büyük bir sarı zarf attı önüme. Bunlar da gözümle göreyim diye çektirttiğim resimleriniz. Şu anda senin kararınla edeceğim telefonu bekleyen bir adam sevgilinin evinin önünde park halinde bekliyor. Gitmekte ısrar edersen sana erkeklik yapamayacak bir adam için beni ve çocuklarını terk etmiş olacaksın, bunu böyle bil dedi. Çocuklarımı benden alamazsın, diye bağırdım. Dene de gör bakalım bir daha yüzlerini görebiliyor musun diye karşılık verdi.”
Bu kez yüzünü elleri arasına alma sırası ondaydı. Hıçkırarak ağlamaya başladı. sakinleşir gibi olunca da devam etti.
“Bana bir mektup yazdırdı. Sevgilimi terk ettiğimi, bir daha beni arayıp sormamasını ve bunun gibi şeyler yazdırdı. Tam olarak hatırlamıyorum bile. Eğer bir kez bile irtibat kurmaya kalkarsan bu çırılçıplak resimlerini sadece babana göndermekle kalmam, çocuklarının duvarına poster yaparım dedi.”
“Sizden başka herkesle görüşmem yasak. Şoförü şimdi aşağıda bekliyor. Dört yanım sarıldı. Çaresiz kaldım.”
Ne yapmak istediğini sordum.
“Artık ne yapmak istediğimin bir önemi yok” dedi. “Çocuklarımı bırakamam.”
Bana bir zarf bıraktı. Normalde kolay kolay kabul edebileceğim bir şey değil.
“Tek istediğim adrese teslim kargoya vermeniz bir başkasının adıyla” diye adeta yalvarırcasına rica etti. Sevdiği adama gerçeği anlatmak ve bu işi kurcalayıp onu arayıp sormamasını istiyordu mektubunda. Kocasının kendisine yazdırdığından tek farkı, onu ne kadar çok sevdiğini ve bir gün hangi koşulda olursa olsun yine onunla olmak için dua ettiğini eklemişti.
Nerden mi biliyorum? Okumama izin verdi.

LÖSEV Gönüllüsü Olmak Bir Ayrıcalıktır...

Büyük LÖSEV Ailesi, lösemili&kanserli çocuk ve ailelerin bu zorlu mücadelede yalnız olmadıklarını göstermek için sevgi ve azimle çalışan bir vakıftır. LÖSEV kurulduğu 1998 yılından bugüne dek faaliyetlerini duyarlı kişi ve kuruluşların destekleri ve binlerce GÖNÜLLÜSÜ’nün katkılarıyla gerçekleştirmiş; Türk halkının konu hakkında daha bilinçli ve duyarlı olmasıyla beraber tedavide %91'lere çıkardığı başarısını %100’e çıkartmayı hedeflemiştir.

LÖSEV'e gönlünü veren gönüllüler LÖSEV’in her etkinliğinde aktif rol almakta, vakıf çalışmalarına aktif katılım göstererek çocukları hayata bağlamaktadırlar.

Yüreğinde paylaşım ve sevgiye yer olan herkesi Lösev gönüllüsü olmaya davet ediyoruz.

Lösev gönüllüsü olabilmek için aşağıdaki formu doldurmanız yeterli: http://bit.ly/losevgonullusu
Lösev’i Facebook’ta takip etmek için: www.facebook.com/losev0660
Lösev’i Twitter’da da @losev1998 hesabından takip edebilir, #LosevHayatVerir hashtag’i ile  paylaşımlarınızla destekleyebilirsiniz.

Bir bumads sosyal sorumluluk içeriğidir.

8 Ağustos 2012 Çarşamba

Ve yine yeniden; Sakız Hanım & Mahur Bey


“Yanlış anlamayınız Mine Hanım; siz benim değil kızım, neredeyse torunum olacak yaştasınız. İlminize saygı duymadığımı düşünmenizi de istemem … Ancak karşınızda tabiri caizse koca bir çınar var ve siz narin filiz gövdenizle bana nasıl gölge vereceksiniz?”
Gülümsedim. “Belki gölge veremem ama eşlik edebilirim size.”
Derinden iç çekti. Gözleri yaşla birlikte parlaklığını ve rengini yavaş yavaş yitirip grileşen iki solgun çakıl taşı gibiydi. Beyaz ve seyrelmiş saçları ıslatılıp yana doğru taranmış, iri ve yaşını hayli belli eden elleri hafiften titriyordu.
Çocukları tarafından getirildi bana Mahur Bey. Annelerinin beklenmedik şekilde aniden ölümüyle bütün aile sarsılmış, aradan altı ay geçtiğinde herkes artık günlük yaşamına dönebilmişken babalarının hala her gece karısının gecelik ve terliklerini çıkarıp, sabahları da katlayıp bir çekmece geri koyduğunu tesadüfen fark etmişlerdi.
Tek başına yaşıyordu Mahur Bey. Çocuklarının tüm samimi “bizimle yaşa” tekliflerini ısrarla reddetmiş ve evde sürekli kalan bir bakıcıya da rıza göstermemişti. Duruma müdahale etmesi için babasına en çok nazı geçen en küçük kızı şehir dışından gelmiş ve bir çatının altına girince yaşlı babacığının rahmetli Sakız Hanım’ın sadece gecelik ve terliklerini çıkarıp kaldırmak değil onun dahil olduğu pek çok ritüeli de sanki hiç ölmemiş gibi devam ettirdiğini fark ederek büyük korkuya kapılmıştı. Çok zor olmuştu onu buraya, bana gelmeye ikna etmek. Ama gelmişti.
“Ne için evhama kapıldıklarını anlayabiliyorum ama sizi temin ederim aklım başımda benim.”
“Aklınızın başınızda olmadığını düşünmelerine bir neden var mı?”
“Olabilir.”
Kendisi hiç yemediği halde Pazar alışverişlerinde patlıcan alıyor, pişiriyor sonra hiç yenmeden o yemeği dökmek zorunda kalıyordu. Sinemaya giderken iki bilet alıyor, kendisine çorap alırken, Sakız Hanım’a da “öğretmen çorabı” alıyor, onun örgü örüp çay içtiği köşe koltuğuna kimseyi oturtmuyor, her gün muntazaman gazetedeki yemek tariflerini kesiyor ve karısının üzerine kayıtlı olan cep telefonunu kapattırması yönünde telkinde bulunanlara sert çıkışları oluyordu. Sanki Sakız Hanım şehir dışındaki akrabalına gitmiş de üç dört güne kalmaz gelir gibi yaşıyordu.
“Gelmeyeceğini ben de biliyorum ama böyle düşünmek bana iyi geliyor. Kim ne karışır anlamıyorum.”
İsyan ediyordu. Onun ölümünü neden kabul etmek zorunda olduğunu, sayılı günlerinin kaldığı şu dünyada ne sebeple “hayatına kaldığı yerden devam etmesi” gerektiğini anlayamıyordu.
“Tam 52 sene aynı kadının saçlarının leylak sabunu kokusuyla uyudum ben. Şimdi unut diyorlar bana!”
“Kim unut diyor size?”
“Çocuklarım.”
Bir yakının kaybı ardından uzayan inkar dönemi veya bitmemiş yasta çok sıklıkla karşılaştığımız bir “çarpıtma”dır bu. “Onu unutmalıyım!”
Aslı ve daha doğrusu “onun gitmesine izin vermeliyim” olmalıdır. Çünkü kimse kalandan, gideni unutmasını istememektedir ve zaten de böyle bir unutmaya gerek yoktur.
Kişinin duyduğu ya da ertelemeye son verdikten sonra duyacağı acı o kadar büyüktür o kadar büyüktür ki ancak ve ancak unutursa bunun üstesinden gelebileceğine inanması mümkündür ancak bunun doğru olmadığını ona lisanı münasiple anlatmak gerekir.
“Mahur Bey çocuklarınız benim bildiğim kadarıyla giderek daha az yemek yemeniz, geceleri hemen hiç uyuyamamanız, kendinizi hep hasta gibi hissediyor olduğunuzu söylemeniz ve normalde sakin karşılayacağınız konularda aniden sinirlenmenizden endişe ediyorlar. Ve tabi rahmetli eşiniz halen hayattaymış gibi davranmanız da bir diğer konu…”
“Siz cici bir hanımsınız ama normalde yaptığınız işe deli doktorluğu denir. Benim deliye benzer bir halim mi var?”
“Rica ederim.”
“O halde burada ne işim var benim? Böyle yaşamak istiyorum ben.”
“Bunu anlıyorum. Normal şartlar altında eğer yüksek tansiyonunuz, diyabetiniz olmasa, kalbininiz daha önce teklememiş olsa ve bu tercih ettiğiniz yaşam şekli alttan alta bedeninizi çürütmese, sizi git gide depresyona sokmasa eminim herkes de işine gücüne bakardı.”
“Depresyonda mıyım ben?”
“Bir nevi.”
“Bir ilaç daha mı vereceksiniz bana yani?”
“Hayır ben hekim değilim, isteseniz de ilaç veremem ama bu tutumunuzu sürdürürseniz korkarım sizi bir psikiyatriste yönlendirmemiz ve ilaç tedavisine başlamamız gerekecek.
“Peh!”
Ben ona önce bu yaşadıklarının ne anlama geldiğini anlatmaya çalıştım. Eşinin ölmüş olduğu ve bir daha gelmeyeceği fikrini kabul etmeyerek istemeden de olsa sürekli bir beklenti içinde olduğunu söyledim. Ve bu beklentinin gerçekleşme ihtimali olmadığı için her geçen saat omuzlarındaki yükün biraz daha arttığını, bunun da onu tahammülsüz, mutsuz, asık suratlı bir adam yaptığını, “hayatına devam etmesinin” hem kendisine hem de rahmetli eşine karşı bir borç olarak da pekala yorumlanabileceğini ifade ettim. Eğer yasını tutmazsa bundan sonra hayatında başta fiziksel ve ruhsal sağlığı olmak üzere hiçbir şeyin yolunda gitmeyeceğini söyledim. Evet yas tutmak acı çekmek anlamına geliyordu. Ve insanlar acı çekmek, ardından da acıyı atlatmak için gereken her türlü donanıma sahipti.
“Ben tam 78 yaşındayım” dedi.
“Maşallah” dedim.
“O dediğiniz yası tutmadan da sayılı günlerimi geçirebilirim.”
“Evet geçirebilirsiniz. Peki ya sandığınızdan uzun yaşarsanız?”
“…….”
“Ve sizi temin ederim yaşanmamış bir yas hep daha fazlasını ister insandan.”
“Ben karımı unutamam.”
“Onu unutmanızı değil, hatırlamanızı istiyorum. Şimdi yaptıklarınız hep erteleme. Onu hatırlamıyorsunuz siz, onu bekliyorsunuz. Hatıralarınızı yad etmiyor, gözleriniz dolarak ya da tebessümle fotoğraflarınıza bakamıyor, yaşadığınız onca güzel yılın izlerini anıp da hem onu hem de kendinizi yüceltemiyorsunuz.”
Ben böyle deyince birden omuzları düştü. Yüzüne dışarıdan apaçık gözlenebilen bir hüzün yerleşti. Başını kaldırıp bana baktığında gözlerinin dolduğunu gördüm.
Ve anlattı…
Sakız’ı nasıl 16’sındayken görüp beğendiğini ve babasını ikna edip parmağına yüzüğü geçirebilmek için iki yıl beklemek zorunda kaldığını, yemek yapmayı, sökük dikmeyi, çamaşır yıkamayı nasıl birlikte öğrendiklerini, çocuklarına isim bulmak için ne kitaplar karıştırdıklarını, Sakız Hanım’ın acaba kendisinden daha güzel hanım var mı diye öğrenmek için pasta börek getirme bahanesiyle arada bir ansızın daireye verdiği baskınları anlattı.
Onun gözlerini, saçlarını, ellerinin küçücüklüğünü, ayaklarının muntazamlığını anlattı…
Hiç yüksek sesle kahkaha atmadığını ama sevinince gözlerinin içinin güldüğünü anlattı…
Fedakarlığını, gözü tokluğunu, sabırlılığını ve o vakur duruşunu anlattı…
Anlattı da anlattı…
O kendi anılarına, ben hiç yaşamadıklarıma, ağladık…Olur bazen öyle.

7 Ağustos 2012 Salı

Aynalı beşikte bebek beleyenler...


Hayatın doğaçlamasına hiçbirimizin hızı yetemez.
İnsan ömrü dakikalarla tepe taklak olmaya müsait. Buna ayak uydurmak zorundasınız. Sağ ve salim kalabilmek için enteresan dengeler var; teslim olmalısınız.
Biz cumartesi akşamı kalabalık ve çok neşeli bir iftar yaptık ayıptır söylemesi. Saat 11’e geliyordu sofradan kalktığımızda. Şarkılar, türküler, danslar… Uzun zamandır hiç bu kadar kendimi iyi hissetmemiştim. Güvende, sevdiklerinin ve sevenlerinin arasında…
Saatler ilerledikçe babamın Müjde’ye olan antipatisi yavaş yavaş dağılır gibi oldu. Hatta bir ara “Müjde bana bir bardak su getiriver oğlum” dediği dahi duyuldu.
Malum bizim cenabet mahalleye davulcu giremediği için yine kendi davulumuzu kendimiz çalarak herkes bir tarafta serilip uyudu. Müdananım ve Müjde Necibe’de kaldılar.
Başımı huzurla yastığa koydum. Ve sabah uyandığımda gördüğüm ilk manzara annemin kucağında diz üstü bilgisayar, gözleri kızarmış, ağladığı duyulmasın diye elindeki mendilin içine doğru hıçkıran hali oldu.
Önce babama bir şey oldu sandım. Kan yavaştan beynime yürüyünce ve idrak yollarım açıldıkça babama bir şey olmuş olsa annemin önce dizüstü bilgisayara sarılmayacağını akıl edebildim.
“Ne oldu?” diye sorabildim sonunda.
8” dedi.
“Ne 8?”
“8 kişi ölmüş. Teröristler öldürmüş yine…”
Ve o an anladım.

Dokuz-on yıl kadar önceydi. Büyüdüğüm ve annemle babamın hala oturdukları evin üst katında bir anne ve oğul otururlardı. Çok yakın görüştüğümüz komşularımız; Ayten Teyze ve oğlu Mıstık. Mıstık bizim evimizde büyüdü. Benden 8 yaş küçüktü. Kardeşim gibiydi. Babası o dört yaşındayken ölmüştü. Ona yetimliğini hissettirmemek için tüm apartman, en çok da babam seferber olmuştuk. Masmavi gözleri, kıvırcık ipek gibi saçları vardı Mıstık’ın. Okulda çok başarılı bir öğrenciydi. Uslu ve her zaman hep aklının bir yerinde yetimliği varmış gibi mahzun bakışlıydı. Hayatta en büyük aşkı Beşiktaş’tı. Babam onu maçlara götürür, toplar, formalar alırdı da Mıstık sevincinden havalara uçardı. Bu satırları yazmak öyle zor ki benim için şu anda arkadaşlar… (Kısa bir göz yaşarma molası)
Neyse… geldim…
Lisede bir kız arkadaşı oldu bizim Mıstık’ın; Ecenaz. Okuldan çıkıp el ele gelirler, kah bizde kah kendi evlerinde yemek yiyip ders çalışırlardı. Mıstık bazen herkesin onca ilgisinden ve onları görünce imalı imalı gülüşüp, Mıstık’a omuz atmasından bıkar “Ya Mine Abla yaaa ben kız arkadaşımla baş başa kalamayacak mıyım hiç yaaa” diye isyan ederdi bana. Para verip onları sinemaya ya da hamburgerciye gönderirdim bazen.
İlk girişinde kazandı üniversiteyi Mıstık. Mimarlık mühendislik fakültesine kaydını yaptırmaya yine cümbür cemaat gittik, göğsümüz kıvançla dolu. Babamın ben üniversiteyi kazandığımda öyle feryat figan etmediğini, annemin o kadar mutluluk gözyaşları dökmediğini rahatlıkla söyleyebilirim. Benim bile gözlerim dolmuştu geçici öğrenci kimlik kartını “bak bakalım bebek Mıstık abin artık nerede öğrenciymiş!” diye önüme attığında. “Ne abisi eşek sıpası!” diyip derhal evin salonunda güreşe yatırmıştım kendisini…
Offf… Ne zor bir yazı oldu bu…
Çok kibar, terbiyeli, ince düşünceli, sakin, yakışıklı ve olgun bir çocuktu her zaman. Onca alakaya, üzerine düşmeye tek bir gün şımardığını hatırlamıyorum. Ve onu tanıyıp da sevmeyen tek bir kişiyi de.
“Mine Abla ben Ecenaz’ı çok seviyorum” demişti bir gün balkonda otururken. “Evleneceğim onunla.”
“Mıstık sizin daha yaşınız çok genç ablacım ne evlenmesi” demiştim.
“Genç ama biliyorum ben… yani tarif etmesi zor ama o benim ilk kız arkadaşımdı, hayatımda ondan başka kimsenin olamayacağını hissediyorum…”
Ah yavrum benim… hislerinde haklıydı.
“Şimdi ciddi bir hareket etmek için belki erken ama hiç değilse bir yüzük taksam diyorum? Annemlere söylesek hemen ortalığı velveleye verir gidip kızı istemeye kalkarlar. Ama sen tak canım ne olacak dersen içim rahat eder…”
“Nasıl yüzük?”
“Bilmem, ince, zarif bir şey.”
Kıyamamıştım. Kalktık o gün kuyumcuya gittik incecik beyaz altından iki halka aldık Mıstık’la Ecenaz’a. “Benim size hediyem olsun” demiştim.
Mezun olur olmaz “ben askere gideceğim” dedi. Annesiyle annem ağlayıp sızlandı, oğlum yüksek lisans yap, yurt dışına git, az biraz ertele dediler. Mıstık katiyen kabul etmedi. Babası yerine koyduğu babamın duruşu vardı o halinde; “Gidip aslanlar gibi ödeyeceğim vatan borcumu, bu namustur” dedi. Sağdan soldan “aman torpil yapalım yakın yere aldıralım” tekliflerini sert bir şekilde reddetti; “Ben iyi aile çocuğuyum da oralara gidenler onun bunun çocuğu mu? Hayır efendim bu bir hakarettir, nerede ihtiyaç varsa oraya giderim!” diye diretti.
Kınayla, davulla, zurnayla uğurladık mahzun yüzlümüzü… Yiğit, şerefli bir Türk genciydi Mıstık.
Ve sonra Şırnak’tan geldi cenazesi yavrumuzun… Türk bayrağına sarılıydı tabutu… Babam tam bir yıl balkonumuzdaki bayrağı indirmedi. Annem bir daha asla çiğ börekle, elmalı pasta yapmadı.
Ve biz her şehit haberinde tüm kınalı kuzularla birlikte bir Fatiha da Mıstık’ımıza göndeririz… Babam uzaklara dalar gider… Annem tüm gün gözyaşı döker… Mıstık’ın anasını ise hiç söylemeyim…
Ecenaz hala arar bizi arada sırada… evlenmedi…