2 Haziran 2012 Cumartesi

Bir Kuru Yaprak


Zordur bir kuru yaprak gibi kalabilmek hayatta. Kalanlara saygı duyulmalıdır.
Hiçlikten gelir gibi bir telefon zili duyulur önce. O anda dünya üzerinde seni kimin düşünüyor da arıyor olabileceğine dair hiçbir fikrin yoktur. Zira bir kuru yaprak gibi sürüklenmeyi seçeli beri insanlar rüzgarınla seni bir başına bırakmışlardır.
Kendi kararlarını alan ve karar alırken de kendisinden başkasına öncelik vermeyenleri etiketlemeye bayılır kalabalıklar. Öyle tanımsız, belgisiz ve özelliksiz “kalabalık” olarak anılmaya mahkumlardır tam da bu yüzden. Görünüşte ne onlar senin onlara “kalabalık” demenden etkilenmiş görünürler ne de sen her geçen gün onlara dahil ettiklerinin sayısının artmasının muhasebesinin peşine düşersin. Kuru yapraksan, düşmezsin…
“Merhaba” dedi telefonun öbür tarafından bir ses. Tanıdık desem değil, yabancı desem hiç değil. Öyle sıradan bir ses. Herkes gibi. Hiç kimseden farksız. Ve asıl duymak istediğinkinden farklı. O değil. Başkası. O zaman yine “hiç kimse”.
Gün boyu dahil edildiğim mahremiyetlere “anonim” kalarak tahammül edebiliyorum. Köksüz ve bağsızı oynuyorum. Oynadıkça bürünüyorum. Büründükçe oluyorum.
Sonra birden pat diye bir telefon. Aradan geçen yılların haddi hesabı yok. Bir insanı bir kez tanımış olmak kalan ömründe onu hep tanıyor olmayı ve aradaki bu tanışıklık bağının hiç kopmayacağı anlamına neden gelsin ki?
Bazen hastalarım aralarında kan bağı olan ama onlara çok acı yaşatan insanlardan bahsederken araya girer ve sorarım; “İyi de sana onu sevmek zorunda olduğunu düşündüren şey ne?” Dünyanın en saçma sorusu gibi gelir kulağa ilk duyulduğunda. Oysa hiç de öyle değildir. Söz konusu edimin öznesi, anne, baba, evlat, kardeş, kuzen, hala, dayı vesaire olabilir. Gerçekten? Nedir onları sevdiren? Anımsanan hoş anılar, üzerinizde boy attıkça serpilip filiz veren emek, hak yoksa yani arada? Sırf kan bağı, sevgiyi neresinde saklayıp da sunar insanlara? Bu mümkün müdür?
“Hatırlamadın mı beni?”
Hatırlamadım. Zorunda mıyım?
“Aşk olsun…”
Aşk olsa olurmuş zaten. Yok ki hatırlamadım. Tüm akrabaların, aile fertlerinin, tanımamam durumunda mahcup olabileceğin dost ahbap çevresinin sesini geçirdim sırayla zihnimden. Yok! Tanımıyorum Allah tanımıyorum.
“Yeni indim şehre. Dolaşırken seneler öncesine gittim. Sesini duymak istedim.”
Sen şuna sap gibi kaldım akşam vakti şehrin ortasında, kimi aradıysam tavlayamadım, bi’ de seni yoklayayım diye düşündüm desene! İlla bir romantizasyon illa bir vıcıma!
Tanıdım tabi bu arada sesin sahibini. Seneler önce daha fazla duymasam da olur diyerek, bir daha duymamaya karar verdiğim ve arkama bile bakmadan kapıyı suratına çarpıp gittiğim, bundan da bir an olsun pişman olmadığım gibi, en hassas ve dokunmatik anlarımda dahi aklıma getirmediğim o ses.
Yani aslında “hiç kimse!”
Müsait olmadığımı söyledim. Değilim de nitekim.
“Hala aksisin” diyor utanmadan.
“Sen de hala hırtsın!”
Ses yok…
Kapadım telefonu.



1 Haziran 2012 Cuma

Bilezik II


Eveeet, nerede kalmıştık?
Güleç yüzlü, gürbüz yanaklı kızımız Bilezik utana sıkıla bana derdini anlattı. O anlattıkça tüylerim diken diken oldu. Yumuk beyaz ellerini avuçlarımın arasına aldım ve aylardır nasıl bir bilinmezliğin içinde korkuyla dönüp durduğunu iliklerime işleyerek hissettim.
Sayfayı okuyanlarınızın çoğunun da tahmin ettiği üzere meselenin özünde bir ademoğlu var.
Bilezik 10 yaşındaymış köyün berberinin yeğeni Zıpkın’ı ilk gördüğünde. O zamanlar hep maç yapıp, ortalıkta koşuştururmuş Zıpkın. Yaz tatili için dayısının yanına göndermişler. Bilezik onu görmüş ve ilk gördüğü andan itibaren hep onu tekrar görebilmenin yollarını aramış. Sabah uyandığında, gün boyu tarla tapanda çalışırken ve yorgun argın akşam başını yastığa koyduğunda hep onu düşünürmüş. Allem etmiş kalem etmiş gidip konuşmuş da onunla. Adını sormuş, kendi adını söylemiş, nerede yaşıyor, oraya neden gelmiş sorgu sual etmiş usulca. 2 yaş büyükmüş ondan Zıpkın. Aklı fikri futbolda, topta. Belli ki kızların derdi o vakitler daha aklına düşmemiş. Bizimkini tersleyip dururmuş. Kızdırıp, kaçırırmış, oyun edermiş. Bilezik de görünüşte bir ateş bir barut oğlana bağırıp çağırır, içinden düğüne gitmiş gibi sevinirmiş.
Sanmayın ki olanlar benim tasvirim. Bana aynen anlattığı haliyle aktarıyorum sizlere… Daha önceki yazılardan birinde de dediğim gibi, bazıları aşkını çok güzel anlatır…
Sonra yaz bitmiş, Zıpkın ailesinin yanına dönmüş. Bir sene onu düşünüp, hayal ederek geçmiş. Ertesi yaz aklı çıkmış Bilezik’in tekrar onu köye göndermezlerse diye. Allah’tan duaları kabul olmuş, Zıpkın bu sefer annesi, ağabeyi ve küçük kardeşiyle birlikte gelmiş. Konu komşudan bir duymuş ki, babası çekip gitmiş Zıpkın’ın, annesi ve kardeşleriyle temelli dayısının yanına gelmişler. Dünyalar onun olmuş. Nasıl olmasın? Zıpkın artık hep orada kalacak, Bilezik’le aynı okula devam edecekmiş. Hayali bile edilemeyecek kadar güzelmiş bu onun için.
İlk aşk…
Gel zaman git zaman ikisi arkadaş olmuşlar. Ama nasıl arkadaş olmak? Oğlan kızın saçını çeker, kitaplarını saklar, su tabancasıyla üstünü başını sırılsıklam eder, eğlenir; kız bağırır, kızar, ağlar, gücü yettiğince yakalayıp şamarı basmaya çalışır… Çocukluğun süt kokusunu üzerinden atmamış masum ve adını koymaya ihtiyaç duymadan yaşanan cilveleşmeleri…
Fakat Zıpkın bizim Bilezik dışında kimsenin yanında fazla durmayan, ele avuca sığmayan, her gün okul müdüründen dayak yiyen, ceza alan ama Nuh deyip peygamber demeyen tam bir “arıza”ymış. Sürekli sorun çıkarır, belaya bulaşır, hiçbir şey yapmasa, yağmur yağdığında ortalık yerde gelip yıldırım düşermiş üzerine.
Annesi, dayısı, öğretmenleri, komşular herkes illallah demiş.
Babası çıkıp gelmiş bir gün. Ayyaşın, yaramazın tekiymiş. Birkaç kez içeri de girip çıkmış. Bakmış ailesinden kimse ona yüz vermiyor, Zıpkın’ı yanıma alacağım diye tutturmuş. Gitmiş Zıpkın…
Ta benim Bilezik’le oturup konuştuğum senenin Ocak ayına kadar sırra kadem basmışlar. Ailesi bilmemiş nerede olduğunu. Babası tekrar cezaevine girince çocuk mecburen dönmüş.
Bir tuhafmış ama döndükten sonra. Sigaraya başlamış, gizli gizli okuldan kaçıp bira içer, kavga eder olmuş. Kollarında jilet, sigara izleri varmış. Bilezik dışında herkese zarar verir, veremezse de küfür edip kendi üzerine saldırtmaya çalışırmış ki kavga çıksın…
“Sen kimseye benzemiyorsun” dermiş Bilezik’e. O istemiyor diye yanında sigara, bira içmez, sakin sessiz otururmuş. Zayıf not almasın diye Bilezik onun ödevlerini yapar, okuması gereken kitapları okur sonra ona anlatırmış.
Kimse şüphelenmemiş köy yerinde… Kimse görmemiş ateşle barutu…
Bilezik aşkından yanıp tutuşuyor…
Zıpkın ergenlik döneminde, hormonlarına esir düşmüş bir delikanlı…
Yanakları daha da kızararak “pek tatlı öpüverirdi beni, içim erirdi gari,” dedi.

Kural koyucular ve uygulayıcılar, toplum için doğru-yanlış nedir diye tartışıp durur ve sözüm ona en uygun düzeni oluşturabilmek için ha bire kanunlar yaparken, doğanın bütün bunlara poposuyla gülerek çalım attığını düşünürüm hep. İnsan tabiatı, tabiatta en çok düzene ihtiyacı varmış gibi durup kendi kurduğu o düzene en çok uyamayandır nazarımda.

Allah bilir, Zıpkın şehirde birini bıçaklayıp da ıslahevine gönderilene kadar kaç gün birbirlerine sokulup da dünyanın geri kalanının varlığını bile unuttular…
İki çocuk… iki küçücük, gencecik beden… insan Bilezik’e bakıp da onun… neyse inanmak bile zordu işte ama hamileydi küçücük kız. Ve kimse bilmiyordu.
Sarıldım hıçkırarak ağlarken. Babası girdi o sırada içeri. Şaşırdı, korktu, anlamadı ne olduğunu. Ben hiçbir şey söylemeden bilezik kendisi anlattı. Anlattı dersem, utanıp sıkılarak, yüzü alacalanarak.
Babası da ağlamaya başladı. Sandım ki kıza demediğini bırakmayacak, hatta belki onu evden kovacak, dövecek sövecek, gitmedim oturdum yanlarında. Yanıldım. Kızına sarılıp gözyaşı döktü adamcağız. “Sen bunca zaman ne çile çekmişsin de ben bilemedim” dediği an hüngür föşür boşaldı benim musluklar da…
O köyde duramadılar fazla. Çok uzak olmayan başka bir ilin deniz kıyısında bir ilçesine götürdü onu babası. “Ben onun çocuğuna da bakarım ama ben ölmeden o serseri kapımdan içeri bile giremez!” dedi. Ben onları daha sonra o deniz kıyısı ilçede tekrar gördüm. Bebek doğmuştu. Alışmıştı herkes yeni düzenine. En azından öyle görünüyordu.
Bilezik normal kilosuna dönmüş, boy atmış, endamlı, güzel bir genç kız olmuştu. Gizlice bana Zıpkın’la mektuplaştığını ve ona bebeğin fotoğraflarını gönderdiğini anlattı. Baktım bileğinde altın bir bilezik. Üzerinde nazar boncuğu var. “Ne güzelmiş”, dedim.
Zıpkın’ın babası gelmiş bir gün. Bebeği sevmiş, gözleri dolarak Bilezik’in babasından özür dilemiş ama aynı zamanda teşekkür de etmiş ona. Ben ölürüm kalırım, bir dedesi vardı dersiniz, bu bileziği de saklayıp, evlenince karısına takarsınız demiş ve gitmiş. Gidiş o gidiş…

31 Mayıs 2012 Perşembe

Bilezik-I


Tam da kadın bedeni üzerinden siyasetin en çirkin hallerine ülkece tanık olurken, izniniz olursa birkaç kelam da ben etmek isterim.
Birkaç yıl önceydi…
O zamanlar bir sosyal sorumluluk projesinde gönüllü olarak Ege Bölgesi’nde sosyokültürel araştırmalar yapan bir ekiple birlikte vaktim oldukça geziyor ve “doğal gözlem” yapıyordum. Orada bulunuşum daha çok “ekipte bir de psikolog var” kabilindendi. Fazlaca bir rolüm yoktu. Ama keyfim çok yerindeydi.
Aydın civarında bir köyde hanımlarla toplanıp hoşbes ediyorduk ki, yaşlıca bir adam yaklaştı yanıma. Belki de yaşlı değildi ve güneşte fazla kalıp bedeniyle çalışmanın sonuçlarından biriydi yüzündeki derin kırışıklıklar… Emin değilim.
“Siz doktormuşsunuz öyle mi kızım?” dedi.
Zor bir andır benim için. Psikologla psikiytrist arasındaki farkı bilmeyen birinin “siz doktor musunuz” sorusu çeldiricidir. Evet desen olmaz; hayır desen açıklayamazsın… Neyse dilim döndüğünce anlattım dünya üzerinde ne işe yaradığımı.
“O da olur” diyip yanıma oturdu.
“Hayırdır amca?” dedim.
Kasketini çıkarıp elinde eğip bükmeye başladı. Gözleri yerde ne diyeceğini, nasıl anlatacağını bulmaya çalışıyor gibiydi.
Bir kızı varmış. 13 yaşında. Annesi tam o sene doğum yaparken öldüğü için okula bir yıl geç vermiş. Doğan bebek de “bana ömür”müş. “Şimdi bir tek bu kızım var bu hayatta benim” derken ağlamaya başladı. Ağlayan erkeğin kadın üzerinde “çıplak karna bıçaklanma” etkisi vardır. Aynen öyle oldu bana da. Zar zor söyledi meramını. “Kızı bu sene okula yollayamadım, gitmek istemedi son aylarda. Evden dışarı çıkmıyor, ağlıyor, soruyorum söylemiyor, sürekli yemek yiyor, ne söylesem tersliyor, zaten terslemediği zamanlarda da hiç konuşmuyor.”
Anladım ne istediğini. Vakit bol… Daha önemli başka işim de yok… “Nerede kızın amca?” dedim. Düştü önüme, evine gittik. Ufak, derme çatma, iki gözlü, beyaz badanalı, önünde tavukların gezdiği, köşesinde nane, maydonoz, domates ekili bir köy evi. Yaz günü kapı pencere açık. İçeri doğru seslendi adam: “Bileziiiik! Misafir var gel!” (Neden ona bilezik dediğimi yazının tamamını okuma sabrı gösterirsiniz öğrenebilirsiniz)
Gelen giden olmadı. Adam birkaç kere daha seslendi, sonra beni içeri buyur etmek zorunda kaldı. “Kusura kalmayın,” diyordu sürekli. İçeri girince yeşil yağlı boya kapısı olan odadan bir kız gözlerini ovuşturarak çıktı. Yüzü gözü, ayakları, elleri kütük gibi şişti. Şişman görünüyordu ama “şişman” kelimesi tam olarak görüntüsünü açıklamıyordu. Bir tuhaflık vardı. Ve bu durum gördüğü anda tuhaflığı x-ray gibi saptayan gözlerimden haliyle kaçmadı.
Oturduk bir tahta masanın maşına. Kızla sohbet etmeye başlarken babası eve gelen misafiri katiyen ikramsız bırakmayacak her Anadolu köylüsü gibi bana ayran yapmaya koyuldu. Sonra ayranı verdi ve “Ben tavukları yemlemeye gideyim” diyerek çıktı.
Kıpkırmızı, kan damlayan yanakları vardı Bilezik’in. Elleri yumuk yumuk, gözleri çakır, pembe bir yazmanın altından örgüleri görülen uzun saçları kızılımsı bir sarıydı. Konuşurken inci gibi bembeyaz, minicik dişleri göründü ve bana ısınıp da gülümsemeye başladığında gözlerinin içi gülen bir kız olduğunu fark ettim. Babasıyla birlikte yaşıyor, küçük bir kadın gibi evin her türlü işini görüyor, okul zamanı babası elini ev işine sürdürmediğinden hep ders çalışıyor, yazın da ırgatlık ediyordu. En azından bu seneye kadar hep öyle olmuştu.
“Babam iyi adamdır amma hiç gonuşuveemez. Yaz kış kasketi başında na şu kapının önünde cigarasını içiverir hep.”
Annesinin acısını unutalı besbelli çok olmuş ama, “Bari kardaşım yaşıyvereydi, şimdi bana şenlik oluverirdi” derken samimiydi.
Bir derdi vardı Bilezik’in. Aslında bunu anlamak için psikolog olmaya gerek yoktu ama madem ki psikologtum daha bir emindim.
Epey bir süre karşılıklı konuşmadan sonra ona yardım etmek istediğimi anladı. Utana sıkıla derdini “diyiverdi.”
-devam edecek-



30 Mayıs 2012 Çarşamba

Müdanaanım


Müdanaanım nevi şahsına münhasır dört dörtlük bir psikolog sekreteridir. Arasanız onun gibisini bulamazsınız. Bu konuda ciddiyim.
Ben buradan yayında tuşuna basar basmaz onun ekranına bu yazının düşeceğini gayet bilerek yazıyorum bu satırları. Ayrıca kendisine selam ediyorum ve nasılsa dibinde kalmış diyerek filtre kahveleri birbirine karıştırmamasını bir de sizlerin huzurunda kendisinden rica ediyorum. Çünkü bu konuda çaresizim.
Birlikte çalışılması en rahat insanlardan biridir Müdananım. Bunu size sayısız profesör, psikiyatrist, pek çok psikolog, hemşire, birkaç sosyal hizmetler uzmanı ve bir yığın sekreterle bir arada çalışmış ya da onların çalışmalarına şahit olmuş biri söylüyor. Bilirsiniz, stajlar, gözlemler, sertifika eğitimleri falan…
Hayatımın bu evresinde bir hayrımın dokunabildiğini zannettiğim hastaların dışında herkeslerden koşarak ve hatta saklanarak kaçarken aklımı en meşgul eden konu, bana eninde sonunda bir sekreterin lazım olacağı idi. Bu gerçek ve ciddi bir sorundu.
Gözümü karartıp bu muayenehaneyi tuttuğumda aklımdaki en önemli kriterler, dışarıya veya kapıya herhangi bir levha, tabela asmamak ve kesinlikle benden başka çalışan birinin etrafta dolaşmamasıydı. Öyle daral gelmişti, o derece bir izolasyon ihtiyacı…
İlk kriteri halen koruyorum ancak Müdananım olmasa değil iş yerimi, hayatımı nasıl bir arada tutardım bilmiyorum.
Giyinip, süslenmeyi, makyaj yapmayı, saçlarını illa ki krepeleterek fönletmeyi ve kırmızının her tonu ojeyi çok sever. Tam bir gurmedir, buna karşılık salata yapmayı dahi beceremez. Bir de aklı fikri gezmededir. Hiçbir fırsatı kaçırmaz. Kimin ve hangi nedenle düzenlediğini hala anlayamadığım “Yozgat Gezisi”ne bile gitti. Varın siz düşünün…
Herkesinkinden farklı ama herkesinki gibi bir hikayesi var onun da… Steril ve çekirdek aile zemini üzerine koyup bakarsanız dram, benim gibi acaip hayatlar zemini üzerinde ele alacak olursanız sıradan…
İtiraf etmek gerekirse a-normale maruz kala kala bir süre sonra “normal” tanımınız değişir ve bu durum dünyaya baktığınız pencereyi radikal olarak etkiler. Mesleki deformasyon. Evet kabul ediyorum. Deformeyim.
Dul olmak Müdananım’ın üzerinde “şen” durur. Taşıdığı en dantelli elbisesidir hatta.
Ayrıca psikopatolojisi olan insanlarla iletişim kurma konusunda müthiş bir yeteneği vardır. İş hayatına burada benim yanımda başladı. Öncesinde hiç çalışmamıştı. Bu belki de bir avantajdır her ikimiz için. 
“Benim hikayemi de yazın Minaanım” dedi geçenlerde. İzin verdi. Bana bir psikopat izlenimi veren eski kocası, cinsel yönelimiyle ilgili bazı kuvvetli şüphelerim olan (!) 18 yaşında ve babaannesiyle yaşayan bir oğlu, yıllar sonra rastladığı, şimdi evli ve emekli öğretmen olan gençlik aşkı mevcut hayatının ana temasını oluşturuyor. Ha tabi bir de ben! Bir de benim arkamı toplamakla meşgul…
Anlatırım zaman zaman size onun maceralarını….

29 Mayıs 2012 Salı

Evlilikler


Bakın, aklı başında hiçbir psikolog, meslek yaşamında psikiyatristlerin rolünü yadsıyamaz. Psikiyatristler için bunun tersini söylemek güçtür. Çünkü tıp fakültesinde mayalarına “Tanrısal”lık katılmıştır onların, Allah muhafaza…
Psikologlar ve psikiyatristler arasında süregelen gereksiz çekişme ve karşılıklı birbirini dışlama eğilimi neredeyse Habil’le Kabil kadar eskidir. Gerçi psikoloji biliminin kendisi de o hikaye kadar eskiye dayanmaz ama olsun, orana vurduğunuzda en azından eskilik birbirine “denk”tir.
Fakat dedim ya aklı başında olanlar, birbirlerinin kıymetini iyi bilir. Ortada bir pastanın paylaşımı söz konusu. O nedenle böyle bir tartışmaya gireni gördüğünüz anda ağzı ne derse desin mevzunun sadece ve sadece parayla ilgili olduğundan tereddüt etmeyin; derhal başka bir uzmana yönelin. Yol yakınken… Sonra bana dua edersiniz. Belki de etmezsiniz bilemem.
Mesleklerinde çok başarılı, saygın psikiyatristler de vardır. Ego sorunları yoktur, özgüvenleri yerindedir, son derece yetkin ve bilgilidirler ve otoritelerinin herhangi bir hekim olmayan kişi tarafından sarsılamayacağını bilirler. Severim onları.
Bir kere işinizi doğru düzgün yapmak istiyorsanız, eksik bırakmamalısınız yaptığınız terapiyi. Hiç kimsenin “hasta”nın fayda göreceği herhangi bir yöntemden hastasını mahrum etmeye hakkı yoktur. Hastaları çok sevdiğimden demiyorum bunu; bu başarının anahtarıdır. Ben başarılı olmak için gayret sarf ederken o sırada hasta bu gayretten şifa bulur. Bir tür kazan-kazan durumu. Ne sakıncası var? Yok bence.
Yeri gelir bir hastanın namaz kılarak iyileşeceğini telkin eden bir psikiyatrist çok başarılı olarak değerlendirilebilir yeri gelir akademik yönden son derece donanımlı doktoralı bir psikolog aradaki gerekli “ilişki”yi kuramadığı için hastanın tedaviyi erken bırakmasına ve dolayısıyla iyileşememesine sebep olabilir.
Başarılı bir terapi, hastaya ve onun ihtiyaçlarına göre şekillenen, esnek ve derin birikime, güçlü sezgilere ve yaratıcı düşünmeye dayanır. Bence tabi… Başkaları da başka şeyler söyler; onlar da haklıdırlar.
Evet bu kadar ders yeter.
Gelelim bu noktaya nereden geldiğime…
Öncelikle bilmenizde fayda var; eğer terapi alıyorsanız ve bu ilk deneyiminizi değilse ve yeni terapistinize eski terapistinizi şikayet ediyorsanız ve o da bunu ciddiye alınıp da makat kısmından hafifçe havalanmaya başlıyorsa, boşverin gitsin. Hayat hakkında bir halt bildiği yoktur onun. Sorununuz can sıkıntısı değilse size yardım edemez.
Sabah bir karı-koca geldi ilk seansta. Kendilerini ilk kez gördüm. 6 yıllık evlilermiş. 6 yıldır denemedikleri yöntem kalmamış. Çocukları olmuyormuş.
“Burası tüp bebek merkezine mi benziyor?” diye sordum.
Kadın başını öne eğdi, adamcağız utana sıkıla, “Yanlış anladınız Minaanım, çocuğumuz olmuyor çünkü biz henüz karı koca olamadık” dedi.
Kehribar taşları pırıl pırıl parlayan bir tespih belirdi gözlerimin önünde. Çekmeye başladım hayalimde, “ya sabır, ya sabır, ya sabır, ya sabır…”
“Cinsel ilişkiye giremediğinizi söylüyorsunuz?”
“Doğrudur efendim, henüz olmadı.”
“6 yıldır her yöntemi denedik dediniz? Ne denediniz sorabilir miyim?”
“Efendim …. Hastanesi’nde Dr…… Bey bizim tedavimizi sürdürüyor…”
“6 yıldır?”
“Evet efendim neredeyse 6 yıldır… Kendisi yurt dışına gitmiş geçen ay, biz de yeni öğrendik, ne yapacağımızı şaşırdık, bir başka doktor arkadaşımızdan sizin isminize ulaştık.”
“ya sabır, ya sabır, ya sabır, ya sabır…”
“Dr…. Bey ile tedaviniz 6 yıldır sürdüğüne ve siz hala karı-koca olamadığınıza göre kendisi yurt dışına çıkmamış olsa bir 6 yıl daha mı devam edecektiniz?”
Odada bir buzul sessizliği.
“Siz bu sorunu gerçekten çözmek istediğinize emin misiniz?”
“O nasıl soru efendim, çözmek istemesek burada işimiz ne?”
“Çözmek istiyorsanız 6 yıldır sonuç vermeyen her türlü (!) tedaviyi uygulayan doktorda işiniz ne?”
Bakıştılar. Kadın ağlamaya başladı. Adam kalktı, odanın içinde gezindi, pencerenin önünde durup dışarıyı seyre daldı.
Yeterince açıklayıcı bir manzaraydı.
Kısa bir süre bekledim. İçimden halen devam ediyordum, “ya sabır, ya sabır, ya sabır…”
“Bakın görüşme süremiz 45 dakika, bu şekilde tamamlamak niyetindeyseniz benim için sakıncası yok.”
Kadın gözlerini kuruladı, adam gelip kalktığı yere oturdu.
“Eğer ki tek derdiniz çocuk yapmak ise, mikro enjeksiyon ile çocuk sahibi olabilirsiniz, yok eğer gerçek anlamda karı-koca olmak ve cinsel ilişkiye girebilmek istiyorsanız şu andan itibaren dediklerimi yapacaksınız. Fazla vaktiniz yok, hemen şimdi düşünün ve bana kararınızı bildirin.”
Şimdi sıkı durun, durumu özetleyen diyaloğun nasıl geliştiğini yazıyorum:
Adam: “Tabi ki istiyoruz Minaanım.”
Kadın: (Halen gözlerini ve burnunu siliyormuş gibi yapıyor. Besbelli oyalanıyor. Aklında bu konuyla ilgili verilmiş bir karar yok.)
Adam: “Eşim de ben de bu sorunu aşmak ve hayatımıza devam etmek istiyoruz. Gerçi Dr …. Bey’e çok alışmıştık, siz de ondan biraz farklısınız ama neticede ne yaptığınız biliyorsunuzdur muhakkak.” (Bu cümlenin “ne yaptığınızı biliyor musunuz” mealine geldiğini bilmem söylemeye gerek var mı?)
Kadın: (Belli belirsiz bir sesle) “Evet öyle tabi.”
Adam: “Biz sizinle görüşmeye devam etmek istiyoruz.”
Ben: “Kimin adına söylüyorsunuz bunu?”
 (ya sabır, ya sabır, ya sabır, ya sabır….)
Adam: “Hem kendi hem de eşim adına demiştim…”
Kadın: (Ses yok. Başıyla onaylıyor)
Ben: “Hala soruma cevap vermenizi bekliyorum.”
Adam:? ? ?
Kadın: ? ? ?
Ben: (sünhanallah, sübhanallah, sübhanallah…)
Adam: “Hangi sorunuza?”
Ben: “Çocuk mu yapmak istiyorsunuz, yetişkin insanlar gibi cinsel ilişki kurabilmek mi istiyorsunuz?”
Ölüm sessizliği………………………

-devam edecek -



28 Mayıs 2012 Pazartesi

Komşu Milleti


Bir kadıncağız var. 50’li yaşlarda. “Kamanlı’yım” dedi kapıya ilk geldiğinde. Kapı dediysem aklınıza muayenehane gelmesin. Evime geldi. Beni tanımaz, mesleğimi falan bilmez. Rasgele çalmış kapıyı, biraz konuşunca anladım.
Evet bu gece size biraz komşularımdan bahsedesim var. Daha doğrusu komşularımın bir tanesinden. Sürücü kursunun hemen üzerinde, 2. katta oturuyor. Yanlış bilmiyorsam bir ilaç firmasında mümessil. Eli yüzü düzgün, bıçkın bir tip. Yanında sık sık genç ve alımlı bir kız görüyorum. Evli mi değil mi hiçbir fikrim yoktu.
Ta ki Kamanlı Teyze gelene kadar.
Kadıncağızı kapıda görünce önce anlamadım; satıcı ya da yardım toplamak için gelenlerden sandım. Ellerine baktım, boş. Bir de ne göreyim, gözleri doluyor, “o namussuz, rezil, ırz düşmanı, kızım, ceylanım…” türü kelimeleri aradan ayıklayınca anladım ki mevzu başka. Meğer bir kızı varmış, 20 yaşında, ne anasını ne babasını dinler, her akşam evde dayak yer ertesi gün yine kaçıp bizim bu aşağıdaki mümessilin yanına gelirmiş, günlerce eve kapanırlarmış. Adam evlenip boşanmış, bir de çocuğu varmış, 37 yaşındaymış. “Ben anlamıyor muyum kendi kanımdan kızın halinden tavrından ne halt ettiğini,  ırz düşmanı kızımı evirip çevirip…”
“Teyze dur yaaa!” dedim can havliyle.  “Sen ne istiyorsun benden, niye geldin” diye sordum.
Yardım edecekmişim. Konuşacakmışım kızıyla ve ırz düşmanıyla, onları ikna edecekmişim, aklı başında birine benziyormuşum, kızı bu sevdadan vazgeçip eve dönecekmiş, bu adam onunla evlenmezmiş, kızı boşuna oyalıyormuş.
İçeri bir girse Timur’a şişelerden inşa ettiğim “camdan köşk”ü görecek. Fırında da gece yesinler diye Fahri’yle arkadaşları için sebzeli, tavuklu börek. Birazdan gelir almaya. Ben kendi adıyla hitap ediyorum ama sokaktaki ismi Müjde, zevk meselesi, adını ben koyacak değilim…
Kamanlı Teyze’nin beni tanımadan “aklı başında” yakıştırması yapması, aklımın başımda olduğuna kanıt teşkil etmeyeceği gibi esasen aksini iddia etmek de yersiz olurdu.
Ağlıyordu kadın. Yardım etmek isterdim ama öyle saçmaydı ki içinde bulunduğumuz vaziyet, onu ağlarken dinlemek dışında yapabileceğim hiçbir şey yoktu. İçeri de buyur etmedim çünkü anlattığı hikayedeki gibi bir kız yakın zamanda eve dönmeyeceği gibi Kamanlı Teyze de daha çok gider gelirdi bu apartmana ve açıkçası mesai saatleri dışında problem dinleyip çözüm üretmeye çalışmak konusunda motivasyonum sıfır. Kaba görünüp görünmemek gibi bir endişem de keza yok… kapıda dikildik öyle…
İşin berbat kısmı şu ki, Kamanlı Teyze’den sonra bıçkın mümessile bir selam vereyim dedim, adam zampara, hemen kaş göz ayrı oynamaya başladı, mecburen aşağıdaki Diyarbakırlı restoran sahibi ahbabımın adını zikrettim. Aldı mesajı. Ama o kadarla bitmedi. Daha sonra eve girip çıkan iki farklı genç kız daha gördüm. Söylesen bir türlü söylemesen başka türlü diye dertlenmeye kalmadı bizim Kamanlı Teyze’nin kızı bir akşam yine evden kaçıp gelmiş, bastı bunu kızlardan biriyle. Kızıl saçlı, iri memeli olan… Saç saça girdiler. Tam o sırada sürücü kursu dağıldı. Millet üşüştü ikinci katın merdivenlerine. Ben de yukarıdan indim koşarak, ayağımda şıpıdık terlikler üzerimde snoopy’li sabahlık. Rezillik. Bilmem söylemeye gerek var mı kavga var diye duyunca aklına “kızlar arasında bir güreş” olabileceği gelmeyen Diyarbakırlı restoran sahibi ahbabım belindeki silaha davranıp, sürücü kursundan çıkanları yararak koşup yukarı geldi. Silahı gören, daha önce karakolluk oldukları diğer komşu telefona sarılıp kaşla göz arasında polisi aramış. Zaten devriye gezen, lazım olsa yarım saatte gelmeyecek polis beş dakika sonra damladı. Ortalık bir saatte zor sakinleşti.
Son durumları bilmiyorum. Bıçkın mümessil daha temkinli davranıyor olsa gerek, son zamanlarda evine giren çıkan görmüyorum. Aslında pek dikkat de etmiyorum. Bekar adam, bana ne…


Eskidendi Çok Eskiden


Bir zamanlar Murathan Mungan şiirleri seven bir adama gönül vermiş bir kadın tanımıştım. Kadının şiir sevip sevmediğini hatırlamıyorum lakin.
Adamı sevdiğiniyse iyi hatırlıyorum.
Ve o adamın kendisini terk edişinden sonra gecelerce kapısında yattığını, apartman görevlisi ve adamın komşuları tarafından çok kere büzülüp kaldığı kapı eşiğinde uyandırılarak bir taksiye bindirildiğini ve ağlayarak eve gitmeye çalıştığını ve evinin hangi apartmanda olduğunu unutup yolun ortasında indiği taksiden çılgına dönerek uzaklaşıp koşmaya başladığını da hatırlıyorum.
Ertesi gece bütün bunlar hiç olmamış gibi yine adamın kapısına gidip dalında yeni açmış gonca gibi taptaze bir umutla ondan af dileyerek aşkını tekrar o eşikten içeri alması için yalvardığını da…
Ve yine reddedildiğini…
Alelade bir semtteki alelade bir binanın giriş katında yaşıyordu adam. Ve kadın içeri alınmadığı bir evin penceresinden mevsimler boyu adamın bira içişini, maç izleyişini, arkadaşlarıyla geçirdiği vakitleri, seviştiğini, aşık olduğunu, kavga ettiğini, gitmesin diye bir kadının ardından ağladığını izledi.
Tıpkı bir hayalet gibi. Herkesin orada olduğunu bildiği ama kimsenin varlığıyla nasıl baş edeceğini kestiremediği için olası bir diyaloğu başlatacak kelimelerini atmosfere doğru özgür bırakamadığı bir hayalet gibi. O haliyle de adamın hayatının bir parçası olduğuna inanıyordu. Evet buna gerçekten inanıyordu.
“Seviyorum” diyordu. Böyle hastalıklı bir bağımlılığı o kadına sorgulatmak ve kendisiyle yüzleştirmek kolay olmasa da mümkündü. Hatta başka bir çıkar yol olmadığını iddia edenler de vardı.
Oysa kendisini artık küçük düşürmemek ve uğradığı aşağılanmaya bir son vermek istemek ona ebeveynlik yapmak olurdu. Onun adına endişelenmek ve onun yerine “hissetmek” olurdu. O kendini aşağılanmış veya küçük düşmüş gibi hissetmiyordu. Buna ihtiyacı vardı. İhtiyacı olduğu sürece de devam edecekti. Kadınca bir sezgiyle bunu savundum. Meslek hayatımın ilk yıllarıydı. Çok tenkit edildim.
Detaylara girip de ne kadar başarıyla onu “iyileştirdiğimi” elbette ki anlatmayacağım. Çünkü onu iyileştiren ben değildim. Dışarıdan bakınca nasıl göründüğü hiç umrumda olmadı. Bugün de değil.
Bana getirdiği kitap geçti elime. Bu şiiri fosforlu pembe bir post-it’le işaretlemiş, okumam için. Hala duruyor. Bir de resim var arasında kitabın. Elde örüldüğü belli, ördekten düğmeleri olan bir hırkanın içinde topaç gibi bir bebek. Adını Gurur koymuş.
ESKİDENDİ ÇOK ESKİDEN
Hani erken inerdi karanlık,
Hani yağmur yağardı inceden,
Hani okuldan, işten dönerken,
Işıklar yanardı evlerde,
Eskidendi, çok eskiden.

Hani ay herkese gülümserken,
Mevsimler kimseyi dinlemezken...
Hani çocuklar gibi zaman nedir bilmezken,
Eskidendi, çok eskiden.

Hani hepimiz arkadaşken,
Hani oyunlar tükenmemişken,
Henüz kimse bize ihanet etmemiş,
Biz kimseyi aldatmamışken,
Eskidendi, çok eskiden.

Hani şarkılar bizi bu kadar incitmezken,
Hani körkütük sarhoşken gençliğimizden,
Daha biz kimseye küsmemiş,
Daha kimse ölmemişken,
Eskidendi, çok eskiden.

Şimdi ay usul, yıldızlar eski
Hatıralar gökyüzü gibi gitmiyor üstümüzden
Geçen geçti,
Geçen geçti,
Geceyi söndür kalbim
Geceler de gençlik gibi eskidendi
Şimdi uykusuzluk vakti.
MURATHAN MUNGAN

Menekşe


“Yalnız ben bakireyim o yüzden sorunuzun cevabı belli aslında.”
!!!!!!!!!!!!
Bu cevapla ilgili kısa bir hayal kurma molasına davet ediyorum sizi. Mesela kaç yaşlarında ve hangi sebeple bir psikoloğun çok kıymetli uzman görüşüne (!) başvurmak istemiş olabilir bu kişi?
Bakın ben meslek hayatımda çok çeşitli insanlarla karşılaştım. Bulunduğu ildeki en çok parayı kazanan bir psikiyatristin meslektaşı bir hanım için “aa nasıl olur evlilik dışı bir ilişkisi mi varmış?” sorusunu büyük bir şaşkınlık ve mahalle bakkalında sakız patlatır gibi sorduğuna da şahidim, işin  .okunu çıkarıp gittiği her ulusal kongrede “bir adam düşürüp” çetele tutana da…
Hastalar için de benzer durum geçerli. Kimi çok utangaçtır kimi muhafazakardır kimi özgür fikirlidir falan filan… Hiçbir hastamı yaptığı ya da söylediği bir şeyden dolayı tenkit ettiğim olmamıştır. Çok çok şaşırmışımdır ve bunu da onlarla paylaşmışımdır. Bu aslında bir terapist için kurulması son derece gereksiz bir cümle… Kurduk artık bir kere, neyse…
Gelelim yukarıdaki cümleye.
Oldukça güzel ve bir o kadar da bakımlı, 38 yaşında, üniversite mezunu, önemli bir kurumda iyi bir mevkide çalışa bir kadın Menekşe. O konuşurken gözümde canlanan bir görüntüyü tarif edeyim size; boşlukta havada duran, dinozor yumurtasına benzeyen ve her kelimesinde çatır çatır çatlayan bir sabır taşı…
“Kaç yıldır birliktesin bu adamla?” diye sordum.
11”, dedi.
(Çatır çatır çatır….)
“Ve adam evli?”
“Evet.”
(Çatır çatır çatır…)
“Çocukları var?”
“Evet.”
“Eşinden boşanmayı kesinlikle düşünmediğini ama senden de ayrılmayacağını söyledi?”
“Aynen öyle dedi.”
(Çatır çatır çatır…)
“Bunu ilk defa da söylemedi üstelik?”
“Yoo, hep söylüyor bunu bana, en başından beri.”
(Çatır çatır çatır çat…)
“Az önce cinsel yaşamınızı sordum ve bana bakire olduğunu söyledin, doğru anladıysam eğer?”
“Evet.”
(Çatır çatır çatır çatır…)
“Peki ne yapıyorsunuz bir araya geldiğinizde?”
“Sevişiyoruz.”
“Sevişiyorsunuz?”
“Şey, evet… yani… bilirsiniz, şey olmadan… ben bu konuda prensip sahibiyim ve o da bana çok saygı duyar. Bir gün bir başkasıyla evlenebileceğimin farkında.”
(Çatır çatır çatır çatır çatır….)
“Annemle babam aramızda bir ilişki olduğundan artık şüphelenmeye başladılar, arkadaşlarım sürekli sorup duruyor, artık ne yapacağımı bilemez hale geldim.”
“Senin için ne yapabilirim Menekşe?”
“Çok mutsuzum Minaanım, kendimi çok kötü hissediyorum.”
“Ve?”
“Ve n’olursunuz bana bir yol gösterin ne yapacağım ben bu adamla?”
Kaç dakika durup öylece suratına baktım bilmiyorum.

Bakın burada “gerçek” bir sorun var. Sorun ne Menekşenin halen beyaz gelinlik ve gerdek geceli hayaller kuruyor olması ne sevgilisi olacak adamın kadının “bekaret” sorumluluğunu almayıp 11 yıldır hiçbir şekilde gerçek bir cinsel ilişki içermeyen bir birlikteliği sürdürmekte ısrar etmesi ne her ikisinin de bu ilişkiyi sosyal çevrelerinden 11 yıldır saklamayı başarabilmiş olmaları ne yetişkin olmayı beceremeyen kazık kadar insanların kendi hayatları hakkında karar alma yetilerinden yoksun oluşları ne ülkemizdeki bağımlı bireyler yetiştiren ebeveynlik tarzları ne cinsel özgüven sorunu ne aşk ne meşk ne o ne bu…
Sorun bence bu zihinsel kapasitede bir kadının kimya mühendisliği fakültesinden mezun olabilmesi ve üzerine yüksek lisans yapması. İnsanın bunları gördükçe Allah’a ve nelere kadir olabileceğine duyduğu inanç pekişiyor. Al işte! Yumurtaya can vermiş; karşımda oturuyor.