25 Ağustos 2012 Cumartesi

Bir "huzursuz bacanak" vardı...


Hızla gelip geçiyor günler…
Tanıdık tanımadık birçok insan, aşina olduğumuz ya da olmaya başlayacağımız hayat öyküleri, davranış kalıpları, ilişki örüntüleri… Bunların toplamının tekdüzeliğinde ve ayrıntılardan derlenen küçük sürprizlerle ilerliyor hayat…
Bunu “ilerleme” olarak adlandırmak da ne kadar doğru bilmiyorum esasen. Belki sadece durduğu yerde duruyor.
Aslında bugün üzerime çöken kasvetli terör mağduriyetini yazacaktım. Biliyorum ben yazınca bir şey olmuyor… ama ben de bu şekilde rehabilite ediyorum kendimi işte… yazıyorum rahatlıyorum… birileri de okursa ne mutlu bana…
Ama tam ben kafamda uluslararası siyaset stratejistlerini kıskandıracak (!) çıkarsamaları akşamdan suya yatırırken, çok kıymetli bir okuyucu arkadaşımızın sorusuyla aniden direksiyonu terapi odasına kırdım. Sağ olsunlar Onur Bey, ne olacak bu “Huzursuz Bacanak” hikayesinin sonu mealinde bir soru sormuş. Ben de anlatayım dedim…
Aslında hikaye bir kısmı da benim odamda cereyan eder şekilde sürüp gitti arka planda. Araya pek çok konu karıştı, dikkat odağım oradan oraya kaydı, ramazandı, bayramdı derken kaynadı gitti.
Size kısaca hatırlatayım isterseniz… İki erkek gelmişti bir gün… Çok eski iki arkadaş ve iki kız kardeşle evli bacanaklar… İçlerinden birisi kişisel gelişim, NLP, EFT, Kuantum olumlama falan uçmuş gitmiş… Diğeri görünürde daha aklı selim, ayakları daha bu dünyaya basıyor ve mantıklı… (“görünürde” ifadesi tesadüf değil) zaman içinde her ikisinin de evliliklerinde hemen her evlilikte karşılaşılabilecek türden sorunlar olmuş. Ancak gelin görün ki kişisel gelişimci olanın evliliğindeki sorunla giderek içinden çıkılmaz bir hal almış ve çift boşanma raddesine gelmiş. Kadın evi terk ederek kız kardeşi ve eniştesinin evine taşınmış. Adam oralı değil, inceldiği yerden kopar, mukadderat, öğrenilecek dersler, çıkarılacak sonuçlar, kişisel olarak geliştirecek doneler olabilir kafasında…
Arkadaşı yani öykümüzün başlığında “huzursuz bacanak” olarak ismi geçense bu evliliği kurtarma gayesinde onu alıp bir psikoloğa getirmiş. Bu davranışın yorumu şudur aslında: “Bunu tamir et, düzelt, karısını alsın evine götürsün, hiçbir şey olmamış gibi hayatımıza devam edelim.”
İlk bakışta niyet iyi. Bir yuvayı yıkılmaktan kurtarıyor hatta; iyi değil müstesna !!
Fakat sevgili okuyucu, bu aslında hepimizin kolayca düşebileceğimiz yanılgılardan sadece bir tanesi. Bir evliliği kurtarmaya çalışmak elbette ki gerekli ve hangi motivasyondan kaynaklanırsa kaynaklansın iyi niyetlidir; lakin bir noktadan sonra çabayı durdurmak ve enerji yatırımını “destek ve planlama” alanına kaydırarak insanlara gerçekten ihtiyacı olan yardımı yapabilmek önem kazanır. Halk arasında buna “olmuyorsa zorlamayacaksın arkadaş” da denir.
Son yıllarda kişisel gelişim, evrenle bütünleşme, kainatı parmağının ucuna takıp dize getirme türünden yeni bir “din” eğilimi ve insanın “Tanrı”lığa öykünmesi olarak (nacizane) yorumladığım, dünyayı hızla sarmakta olan bir “hareket”in varlığı illa ki sizin de dikkatinizi çekiyordur. Bunun insanı köklerinden koparıp dünya milleti vatandaşı yapma gayretindeki emperyalizmin ulus devletleri baltalama girişiminin bir sonucu olduğunu söylemem size fazla siyasi gelirse, tam bu noktada okumaya bir son verip daha eğlenceli bir başka sayfaya geçebilirsiniz.
Yalnızlaşan ve standardize edilmiş eğitim süreçlerinden geçen insanların gerçek hayatın sıradanlığı ile başa çıkması ve kendisine haz verecek bir “fark” yaratması pek çokları için kolay değil. Henüz kendisini tanıyamadan, hayattan ne beklediğini, gerçekten ne istediğini bilmeden, sırf bazı toplumsal gereklilik örüntülerine sıkışıp kalmışlıktan ve çözüm getirme beceri eksikliğinden dolayı alınan kararlar sonrası yapılan evlilikler mutsuzluğun dipsiz kuyularında boğmaya başladı mı bir insanı, sapılacak yollardan sadece bir tanesidir “evrenle bütünleşme” fantezisi.
Evlilikleri düzelir mi düzelmez mi bilmiyorum. Çünkü şu anda karı-koca aynı evde, ayrılıkları, boşanmaları ve boşanma sonrasında ne yapabilecekleri hakkında yetişkin insanlar gibi konuşabilir haldeler. Ki bu gerçekten önemli bir “ilerleme” göstergesi bana sorarsanız.
Gelelim bizim “huzursuz bacanak” konusuna…
Bu hikayenin altından çıkan en yaralı ve örselenmiş ruh sanırım onunki. Size ifade etmeye çalışırken kelimeleri haddinden fazla özenli seçmem gerekiyor çünkü bir cümle öncesinden itibaren hassas bir zemin üzerindeyiz. Her nedense iki erkek arasındaki ilişki hakkında yorum yaparken, hele de bu yakın bir ilişkiyse insan ister istemez yanlış anlaşılmamak için çabalıyor.
Onlarınki çok eski ve sevgi temeli üzerinde büyümüş bir arkadaşlık. Bazen bu tür çok yakın arkadaşlıklarda bir taraf diğerine göre “bağımlı” kişilik özellikleri sergilemeye yatkınsa zamanla ilişkinin içeriği arkadaşlık, dostluk, kardeşlik gibi sınıflandırmaların tamamı ama artık onlardan da bambaşka, o güne dek hiç “acaba buna ne isim versek” diye üzerinde durulmamış bir hal alabiliyor. Bazıları buna cinsellik barındırmayan “aşk” olarak yaklaşabilir.
Ki yine bana sorulsa işin içine fiziksel bağlanmayı katarsak yine de ortaya “cinsel” çağrışımlı bir anlam çıkmayabileceğini düşünürüm ama bunu ifade etmekte zorlanacağım için kendime saklarım. Kendisiyle görüşmeye devam ediyoruz. Yapışık ikizinden ameliyatla ayrılan pasif ikiz teki gibi şu aralar… Depresif bir dönemden geçiyor. Kimliğini, koca ve baba olarak rollerini, hayattaki duruşunu falan sorguluyor…

22 Ağustos 2012 Çarşamba

Kan uykusu


Yoğun bir ay ve onu izleyen hazin bir bayram sonrasında herkese merhaba…
Patlayan bombalarla sivillerin, çocuk büyük demeden büyük şehirlerde öldürülmesini, her geçen gün yeni bir askerin şehit olmasını ve günlerimizin “bugün nereden bir kara haber gelecek” diye korkuya bulanmasını sizi bilmem ama ben artık kaldırmakta zorlanıyorum.
Yurdun her bir köşesinden bayraklara sarılı tabutları, en önde saf tutmuş perişan anne ve babaları, acıdan yerinden kıpırdayamaz hale gelmiş kardeşleri, cenazenin arkasından çığlık çığlığa koşan çocukları görmek içimde umuda, neşeye, iyimserliğe dair ne varsa alıp götürüyor.
Bir ruh sağlığı uzmanı olarak topluma metanetli bir duruş, “bunların hepsi geçecek, her şey güzel olacak, sabredin” mesajı vermesi beklenen güruhtan olarak sayılıyorsam, bu manevi görevden azlimi talep ediyorum.
Çünkü artık manyakça bir hal aldı her şey. Hiçbir şey olmamış gibi hayatıma devam edebilmekte zorlanıyorum. Yediğim lokmalar boğazıma diziliyor. Kahkahayla gülemiyor, yaptıklarımdan keyif alamıyor hatta hayal bile kuramıyorum.
Benim gibi olmayanları kınamıyorum. Fakat onlara imrenmiyorum da. Çünkü biliyorum ki insan olmaya gerçekten felsefi bir anlam yüklenecekse ancak böyle zamanlarda bu mümkün olabilir.
Ve toplum olarak bir anda patlayan bombalarla bütünselliğimiz darmadağın olurken bir taraftan da her zaman hayatta kalabilmek için ne yapıyorsak onu yapabilmeye devam etmek zorunluluğu, bu tür felaketlerin hep bizden uzakta cereyan edeceğine inanırken aslında attığımız her adımda ölüme herkes kadar yakın olduğumuz gerçeğinin gözümüze sokulması sonucunda ruh sağlığımızı kaybetmekle karşı karşıyayız.
En çok korktuğum şey ise terör örgütünün vahşet ve insan dışılığının somut gerçeklikten soyutlanamayarak bir arada yaşadığımız hiç suçu günahı olmayan kalabalık bir kitlenin etnik köken itibarıyla aşırı genellemeye kurban gitmesi.
Sosyal medyada genelde “milliyetçi” kesime atıp tutanların bir anda gözü dönmüş faşistlere dönüşmesi ve milliyetçilerin sağ duyuya davet eden, ortalığı yatıştırma gayretleri bilmem dikkatinizi çekiyor mu? Hepimizin olan biten hakkında dikkatli ve hep alışkın olduğumuz kalıpların dışına çıkarak düşünmemiz lazım…
İşte böyle… keyfim yok arkadaşlar… Deli Mine siyasete bulaştı diye düşünen varsa onlara diyecek bir sözüm yok… Herkes vicdanından sorumludur…