16 Haziran 2012 Cumartesi

Sizin için içtim !

Arkadaşlar muhtemeldir ki herkes çoktan keşfedip tadına varmıştır ve ben en sona kalmışımdır ama paylaşmadan edemedim yine de...
Resimde görmüş olduğunuz "şey"i Müdanaanım, "size soğuk soğuk ne aldım!!" diyerek getirdi dün. Bana espressolusunu kendine de kapuçinolusunu almış.
Tek kelimeyle B A Y I L D I M !!!
Açıkçası ben deli şeyini beller misali sabah gelirken ve akşam giderken şu malum kahve zincirinin buzlu frappelerine müptela gibi pipetle somuruyorum. Allah sonumuzu benzetmesin Weeds'teki Nancy gibi yazın elimde plastik bardak olmadan nadir sokağa adımımı atıyorum...
Ancak bu da hiç fena değil. Cafe Zero adı. Biraz sıvı dondurma, biraz milkşeyk, biraz buzlu kahve gibi. Denememiş olanlarınız varsa diye hafta sonu henüz başlamaktayken yazayım dedim.
Aslında dün yapacaktım bu işi ama elim değmedi.
Bu arada omzuna güvercin pislese kalorisini hesaplama derdine düşen sevgili dostlarımız için belirteyim bir bardak 210 kalori.
BU HAFTA SONU ÖSS'YE GİRECEK TÜM GENÇLERE BAŞARILAR DİLERİM...
DUALARIMIZ SİZLERLE :))

15 Haziran 2012 Cuma

Beatriz


Beatriz adından da çağrışım yapabileceği gibi eski bir “artiz”.

(Bu arada hastalarımı istisnasız olarak takma isimle anıyorum, Beatriz, Rapunzel, Keman, Kalem, Menekşe vb hepsi benim verdiğim isimler)

Bir ses ve sinema sanatçısı. Şimdilerde 60’lı yaşlarının ikinci yarısını sürüyor. Bir dönemin sembol isimlerinden.
İlerleyen yaşında hala havalı, hoş ve bakımlı. Kendi dönemindeki bazı meslektaşları gibi koyverip .öt göbek salmamış. Muntazam ve dik duruşlu bir bedeni, her zaman makyajlı ve estetik operasyonlarla gergef olmamış doğal bir yüzü ve düzenli olarak 42 senelik kuaförüne boyattığı pembe-gri saçları var.
“30 yıldır değiştirmedim” dediği Samsara kokar bütün ofis o geldiği zamanlarda. Ve evet alışkanlıklarına sıkı sıkıya bağlıdır. Muntazaman uyguladığı bir beslenme düzeni ve her gün aynı mesafede aynı tempoda ve günün aynı saatlerinde yaptığı yürüyüşleri vardır. Yazın dantelli beyaz, kışın kadife siyah eldivenler kullanır. Saçlarını özenle ensesinde topuz yapar ve çoğu zaman karşımda İngiltere Elizabeth’i varmış hissine kapılmama yol açan zarif, kimi tüllü kimi incili kimi sade şapkalar takar.
Giyim kuşamına bayılırım Beatriz’in. Aslına bakarsanız edalarına, tarzına hayran olduğum nadir insanlardandır. Ve bunu ona söylemişliğim de vardır.
O kadar ağırbaşlıdır ve konuşmaları öyle ölçülü, cümleleri öyle kılı kırk yararak kurulmuştur ki bir terapist olarak “yüzleştirme” yapmakta en zorlandığım hastalarımın başında gelir Beatriz.
Uzun zamandır gelir bana. Kuaförü 42 yıllık, parfümü 30 yıllık olan bir kadının terapistinin 5 yıllık olması ise tamamen semavi nedenlerledir. Benden önceki 21 yıllık benim de bir dönem kendisinden düzenli süpervizyon aldığım terapisti hak vaki olup da terk-i diyar edince, onun övünmek gibi olmasın en güvendiği ve umut vadeden genç meslektaşı olarak, bana gelmeye başladı.
Adını bilirdim ve kendisini önceden beri beğenirdim. Seve seve kabul ettim haliyle.
Beatriz “Obsesif Kompulsif Bozukluk”tan muzdarip. Hem de senelerdir. Daha önce duymamış olanınız varsa bu bir “takıntı” hastalığıdır.
Beatriz’in takıntıları da kendine özgüdür.
“İlk önce saymalarım başladı”, diye anlatmıştı bana. “Sürekli sayıyordum. Her şeyi sayıyordum. Arabaları, askılardaki kıyafetleri, tezgahtaki domatesleri ve bir süre sonra sürekli sayı sayarken buldum kendimi. Artık günlük hayatımı sürdüremez hale gelmiştim ve rahmetli doktorcuğuma işte bu nedenle gitmiştim. O zamanlar armatör olan ikinci kocamla evliydim. Sormuş soruşturmuş ve memleketteki en iyi doktor olarak onun ismine ulaşmış, beni kendi elleriyle götürmüştü. Ah Mine, nasıl zarif ve ince düşünceli bir adamdı bilseniz… Hala sevgi ve büyük bir özlemle hatırlarım kendisini. Hatırası bende aziz ve kıymetlidir…”
Dalar gider armatör olan ikinci kocasını düşünürken. ondan bahsederken gözleri dolar. Dışarıdan bakınca şöhret, lüks ve sefahat içindeymiş gibi görünen hayatında tek mutlu olduğu dönemin onunla birlikte olduğu üç yıl olduğunu söyler.
İlgi çekici, hemen herkesin bilmek, dinlemek ve filmi çekilse izlemek isteyebileceği türden fakat son derce hüzünlü bir hayatı vardır Beatriz’in.
“Bu takıntılarım sayesinde belki de ömrümde hiç çocuk sahibi olamadığıma efkarlanıp, bunun yasını tutamadım” şeklinde çok da isabetli bir tespiti vardır.
Konuşan bir hayat ansiklopedisi gibidir. Sezgilerini ve deneyimlerini ustalıkla kullanarak ve harmanlayarak, kısa cümlelerle karşısındakine yorumlar. Akıl ya da öğüt vermek için değil, gölgesinden herkes yararlansın isteyen kocaman bir çınardır Beatriz.
Önce sayarak başlayan takıntıları zaman içinde kısmen yer değiştirerek ve  şiddeti farklılaşarak varlığını hep sürdürmüş.
Saymış, sonra belli hareketleri sayarak yapmaya başlamış, sayarak anahtar çevirmiş, sayarak el sabunlamış, sayarak banyoda su dökünmüş, sonra kirli olma hissi devam etmiş uzun süre, bir türlü temiz olmaya ikna olmamış, ardından ve aralıklı olarak simetri, düzen, sıralama türü takıntılar baş göstermiş.
Çoğu zaman ilaç tedavisi ve psikoterapiyi bir arada görmüş. Kimi zaman neredeyse iyileştim dedirtecek kadar gerilemiş hastalığı kimi zaman yataktan çıkamayacak, yorganı kafasından kaldıramayacak kadar şiddetlenmiş.
Şaşaalı bir hayatın bedelini ağır olarak ödediğine inanır ve işin belki de ilginç yanı “buna değer miydi” sorusuna pek kolay yanıt veremez.
Bu sıralar “düşüncelerle” başı dertte.
İçinde bulunduğu yaş döneminin de bir getirisi olarak, hayatının tamamını ve yaklaşan ölümü içten içe sorguluyor olduğunu düşünüyorum. Buna paralel olarak da derin ve manidar çatışmalar yaşıyor.
“Mine bilirsiniz biz san’atçıların yapmakla mükellef olduğumuz zaruriyetlerimiz vardır. Örneğin bir sahneye çıkmadan önce her şeyin dört dörtlük olabilmesi için çok iyi bir ekip ve ince eleyip sık dokuyan, her detayı kendisi düşünen bir yıldız gereklidir. Tüm hayatını düzenli ve dikkatli yaşamak, kendisine iyi bakmak zorundadır. Ancak bu şekilde mükemmelliğe yaklaşılabilir. Ben hep hayranlarımı önemsedim ve yediğim ekmeğe, içtiğim suya saygı duyar gibi saydım, hürmet ettim. Ve zaman zaman alkış kıyamet kopup da karşımdaki kitleyle bir vecd hali yaşadığım anlarda, bak şimdi söylerken nasıl mahcubum bilseniz, ah nasıl mahcubum… derdim ki, -beni sizler yarattınız-… Ah Mine ızdırabımı bilemezsiniz. Ben bu cümleleri nasıl kurabildim… Nasıl telaffuz ettim… Şirke bulandım ve günahkarım… Artık gece gündüz, uyumadığım her an bununla meşgul zihnim… Ben bunları nasıl söyledim…”

Evet buyurunuz buradan yakınız…

-devam edecek-


14 Haziran 2012 Perşembe

Gündüz Niyetine


“Bak sen işine bak, ben yabancı değilim bebeğim!”
“Hiç kalkmaya yeltenme yerinden Necibe! Otur orada, gelince öptün zaten!”
“Ayy kız canımsın sen benim! Aşşkımmm! Vallahi seviyorum seni, ondan böyle öpü öpüveresim geliyo seni.”
“Gelmesin, otur kahveni iç.”

Sabah kahvesine uğramış "kabus". Üzerinde beyaz penye uzun bir elbise, içinde siyah iç çamaşırı, kafada tüylü, büyük, siyah bir şapka. At .ikinde kelebek!
“Kat kat koruyucu kremler sürdüm Mineee’m! Ay çok tehlikeli güneşi cilt kanseri olmuş kimi duysam, aaaa dağlara taşlara, Allah esirgesin, şapkasız çıkılmaz, di mi şekerim?”
Bu sıcakta güneşten korunmak için bu kadar büyük ve bu kadar siyah bir şapkayı ancak Necibe takar zaten.
İçerde görüşme varken duydum geldiğini, bir kahkaha bir neşe! Arayıp Müdanaanım’ı uyarmak zorunda kaldım. O da ayrı bir akıllı. Hem bilir bunun ne mal olduğunu hem de karşısında görünce hemen geçiverir aynı frekansa. Mayaları mı tutuyor nedir!
Arada bir gelir böyle şehirde olduğu zamanlarda. Şehirde olmadığı zamanlar da zaten nerede olduğunu bir Allah bilir. Civar esnaf, apartman görevlimiz, apartmandaki diğer iş yerleri falan hep tanırlar Necibe’yi. Görüntü itibariyle zannederim hastalarımdan biri olduğunu düşünüyor olabilirler. Gerçi Necibe’nin hastalarımdan biri olmayışı, ayrıca onun bir “hasta” olduğu gerçeğini de zerre kadar etkilemez. Ama benim ilgi alanımda kesinlikle değildir, ondan emin olabilirsiniz. Ben onu hizaya getirmeye çalışmayı çoktan bıraktım.
“Kız Mine doğru söyle sen bana dargın falan mısın? Ne o öyle geldiğimden beri suratın turşu satıyor?”
“Necibe çalışıyorum, iş yerimdeyim, turşu falan satmıyor suratım!”
“Hayır ben bugünü demiyorum, benim döndüğüm günden beri böylesin kuzum, Allasen söyle bi şey mi oldu?”
İşte tam o anda yüksekçe bir duvarın ardından seyirtip gelen, gözünü intikam hırsı bürümüş bir bruş lii formatında kafasına uçan tekme savurmayı inanılmaz şekilde arzuladım. “Bi şey mi olmuşmuş”? Lafa bak!
“Necibe sen ciddi misin yoksa kendini affettirmek için bunama numarası mı çekiyorsun?” diye sordum. Bir cevap beklentimse asla yoktu.
“Onu boş ver de, biliyor musun Stoacılar’a göre insan güzel ve yaşanmaya değer bir hayat süremiyorsa ve başka bir çıkar yol da kalmamışsa kendi hayatına son verebilirmiş.”
“Eee?”
“Eeesi, yok öyle işte.”
“Benim bu cümleden bir anlam mı çıkarmam gerekiyor?”
“Minnoş’um bu cümle kendi başına yeterince anlamlı zaten, senin çıkarmana hacet yok.”
“Necibe bırak da şu dosyaları doldurayım, bak sonra birikiyor, otur kahveni iç gözünü seveyim.”
Bir yandan sabah gördüğüm hastaların bilgilerini işledim dosyalara, diğer yandan burnumdan deriiin nefesler alıp, dilimle dişim arasından ince hareketlerle verdim dışarıya. Aldııım, verdim. Aldııım, verdiiim… Gevşeme egzersizi. Yeterince yavaş ve odaklanarak yaparsanız kalp ritmini yavaşlatır. Ki kalp ritminin yavaşlaması organizmayı komple pamuk helvaya bağlar.

Nefes alıp verdikçe buruş lii sakinleşti. Hatta o derece ki, Necibe tekrar konuşmaya başlamasa niyet etmiş, öğlen namazı için rükuya varmak üzereydi.

“Hadi ben kalkayım o zaman tatliş! Ama sen şu Stoacılar’ın dediğini bi düşün!”
(Tövbe estağfurullah)
“Güle güle Necibe, arayı açalım, sık gelmesen de olur!” Yüzümde midede ekşimeye de yorulabilecek bir sırıtışla söyledim bunu.
Kahkalarla karşılık verdi! “Kız Mineee’m, Allahhhh canını almasın ahahahahahahahaahahah!!”

Gittiğinden emin olmak için penceredeki tülün ardından taksiye binene kadar izledim.
Şimdi normale dönebilirim.

Aşk eski bir yalan ...


Bu sayfanın seneler önce kapanmış olması gerekmiyor muydu?
Aslında hikaye biraz karışık.
Her aşk hikayesi gibi…
Dikkat edin her ilişki gibi demiyorum; karışık olan aşk çünkü… Sahi kaç kez aşık olabilir insan ömründe?
Delirmiş gibi hızla kendine yol açan tüketim alışkanlıkları ruhumu fena halde yıpratıyor. Her şey çok hızlı oluyor… hızla akıyor… sınıf arkadaşları geziye götürülürken, tokatlanarak sınıfta cezalı bırakılan ve giderken hiçbirinin aklına gelmeyişine içlenen bir çocuk gibiyim. Durmuş seyrediyorum yanağım sızlayarak. Bi gitseler ne biçim ağlayacağım…
Seneler önce hayatımda hiç kimseye olmadığım kadar aşık olduğum biri vardı. Hiç açılamadım. Hislerimi anlamasına fırsat verecek davranışlarda bulunmadım. Bayağı bildiniz gerizekalı gibi hatta ne gerizekalısı karşıdan karşıya geçen mini etekli tombul bacaklı kadına “ah anam aahh!” diye iç geçiren bir dolmuş şoförü gibi senelerce ardından salya akıttım. Ne utanç verici… şimdi hatırlayınca bile kızıyorum kendime.
Bana çok iyi davranırdı, bir araya gelebildiğim ya da konuşmaya fırsat bulduğum nadir anlarda. Zaten genelde nazik ve ince düşünceli biriydi. Ona neden o kadar aşık olduğumu hala zaman zaman düşünürüm. Ve hiç net bir cevap veremem.
Çok imkansız bir aşktı gözümde. Oysa şimdi olsa belki de daha farklı düşünürdüm. Ne bileyim en azından birtakım fettanlıklar efendime söyleyim masum bir postür ardından eşik altı mesajlar göndermeler, hipnotik telkin kalıpları falan, mesleğimin bana sağladığı her türlü beceriyi suistimal etme pahasına gemisini yürüten kaptan olmaya bakardım. Kim bilir belki de severdi beni. Tanısaydı severdi hem, neden sevmesin ki?
Sonra gidip mal gibi nişanlandı kevaşenin tekiyle. Ama tam kevaşeydi görmeliydiniz. Bronzlaşma süsü verdiği basbayağı kayış gibi esmer teniyle platin sarısı saçların bir arada çok çekici göründüğüne inanan ve hatta dibi geldiğinde de seksapeline seksapel katıldığına vehmeden, tahta gibi zayıf, ayağının ikinci parmağı diğerlerinden yaklaşık 3,5 santim uzun olmasına rağmen parmak arası sandaletle gezmekten geri durmayan, kimyasala karşı olduğu için deodorant kullanmayan ve ayrıca da ter kokusunun feromon içerdiğine inanan bir kevaşe!
Nasıl nefret ederdim ondan! Yolda giderken otobüsün altında kaldığını hayal ettiğim olurdu bazen. Ama sonra sakat falan kalır da nişanlısı vicdani bir kararla ömür boyu onu hiç bırakmaz diye ettiğim bedduaları geri alırdım.
Hayatımın aşkı sağ elinin biçimli, ince yüzük parmağına “özel tasarım” altın alyansı geçirince boynumu büküp geri çekildim.
Ama onu hiç unutmadım. Dilim bitti-unuttum dedi ama gönlümden hiç atamadım.
Ve tabi yoluma devam ettim. Bir sevgilim oldu sonrasında. Ona bundan hiç bahsetmedim haliyle. Haliyle diyorum çünkü ne kadar eğitimli, medeniyetten nasibini almış ve aklı başında bir görünüm sergilese de en aptal Türk kızı bile bir Türk erkeğine “eski aşk”lardan bahsedilmemesi gerektiğini bilir. Bilmeyenler de acı bir şekilde daha sonra öğrenir.
Onu da sevmiştim aslında. Bağlıydım ve ilişkimize değer veriyordum. Ve hepinizin az buçuk bildiği gibi bir ilişki sırasında “mazi” genelde kavga dövüş esnasında akla düşer. Bana da öyle oluyordu ama sonra geçiyordu. Yani gerçekten sadıktım aslında. Soyalizasyon sırasında benimsediği değerleri tabiatından aziz tutan her organizma gibi ve o kadar sadıktım.
Bu arada ilk aşkım zaman zaman aklıma gele dursun, devam eden ilişkimde artık evlilik, çocuklar, hangi semtte oturulacağı gibi tamamen kontrolüm dışında cereyan eden konuşmalar vuku bulmaya başlamıştı.
Galiba korktum.
Bu arada ben en iyisi isim vereyim bu adamcağızlara da kafalar karışmasın.
Efendim hayatımın aşkı tabir ettiğim zat Can; ilişkim olan ve evlilik telaffuz eden de Kerem.
Neyse, ne diyordum?
Evet… Korktum. Yapmak istediğim bir sürü şey vardı ve bunları tek başıma ya da bir kocayla birlikte yapmak isteyip istemediğimi hiç düşünmemiştim. Açıkçası evlilik daha aklımın ucundan geçmiyordu. (Uyanık okuyucu bunun dört başı mamur bir bahane olduğunu şıpp diye anladı di mi?)
Asıl derdim sanırım hep Can’la evlenmenin hayalini kurmuş olmamdı.
Peki bunu kaç sene sonra fark edebildim dersiniz?
Bir hayli kalp kırığına ve sert çatışmalara mal oldu bu geç fark ediş. Neticede bin dereden su getirip Kerem’den ayrıldım. İyi bir insandı ve muhtemelen evlenmek için fena bir aday da değildi. O sıralarda çok üzüldüğüm, kendi kendimle hesaplaştığım, hatta kendime kızdığım doğrudur. Ancak en yoğun keder anlarında bile yaptığımın doğruluğundan şüphe etmedim.
Gel gelelim şimdi bazı tereddütlerim var J
Pişmanlık mı diye sorarsanız, tam değil.
Bilmiyorum ismini tam.

13 Haziran 2012 Çarşamba

Evlilikler III


Evet adam son derece nazik olduğunu söylüyordu en son…
Bir kere gerçekten nazik olan bir insan “ben naziğim” demez. Dememeli. Üstelik de gerçekten nazik olan bir adam dönüp de karısından onay almak için yağmurda ıslanmış tavşan yavrusu gibi melül melül bakmaz. Haksız mıyım? Yani gerçekten bunu bilebilmek için psikolog olmaya gerek var mı?
Her neyse…
Şimdi her ne kadar bu insanları hiç tanımıyor ve kimsen bahsettiğimi de anlamıyor olsanız da yine de birilerinin mahremine herhangi bir kılıf altında başkalarını davet edecek değilim.
Peki bunu neden mi söyledim?
Çünkü tedavinin en önemli aşaması öykü almadır. Ve bir cinsel işlev bozukluğunun öyküsü, deneyimsiz ellerde +18 ila sofporn arasında gidip gelecek muhteviyattadır. Bilmem anlatabildim mi?
O yüzden bu kısmı atlıyorum.

Yani aslında dile kolay… 6 yıl…
“Çocuk sahibi olmak istemeseniz yine de tedavi arayışına girer miydiniz?” diye sordum gayet insani.
“Dürüst olmak gerekirse eşimi mutlu etmek istiyorum ama bunu düşününce o kadar korkuyorum ki ömrüm boyunca hiç cinsel ilişkiye girmem gerekmese çok mutlu olurdum” dedi kadın.
Bu cevap adamda betona çarpma etkisi yaptı. Sanırım daha önce hiç bu kadar aleni olarak bunu duymamıştı karısının ağzından.
“Beni istemiyor musun peki?” diye sordu adam. Tüm o narsistik tavırları, “her haltı ben bilirimci” edaları buhar olup uçtu sanki. Yalnız bu konuda uyarayım, muhtemelen bir narsistik yaralanma yaşadı ve bunu bir şekilde kadından çok da uzun olmayan bir vadede tazmin edecektir. Kendine gelir gelmez hem de…

İşin içinde öyle dinamikler var ki, sırf şu ana kadar benim fark ettiklerimi sıralasam bir sayfa dolabilir.
Kadın kumral, bakımlı, hoş denilebilecek fiziksel özelliklere sahip.
Adamın eğitimi kadınınkinden biraz düşük, fiziksel olarak itici ya da kendisini “eksik” hissetmesine neden olan bir özelliği en azından dışarıdan bakınca görülmüyor.
Kadının alttan alta varlığını hissettiren öfkesi konuşma ve davranışlarını esir almış durumda. Ancak ağzı bambaşka söylüyor.
Adam kendisini o kadar beğenir görüntüsü ardında için için kadın tarafından müthiş bir reddedilme yaşıyor. Ve onun da öfkeli olduğunu anlamak zor değil.

İşte tam da burada gel de bu insanları 6 sene boyunca “sizi tedavi ediyorum” aldatmacasıyla resmen süründüren sözüm ona uzmana kızma!
Hoş, bu oyalanmayı fark edip, derhal bir başka uzman arayışına da pekala girebilirlerdi. Girmemişler. Yani aslında belki de başından beri pek gönüllü değillerdi.

Her ikisine de bir tedavi protokolü imzalattım. Özetle verilen ödevleri düzenli olarak yapacakları, randevuları aksatmayacakları ve gelemeyecek olurlarsa 24 saat önceden haber vereceklerine dair. Cinsel perhiz ödevleri bu hafta da devam edecek.
Bir de bazı diğer ödevleri var ama burada detaylı olarak yazmamak taraftarıyım. Olur da aynı dertten muzdarip birileri burada okur, kendi kendine okuduklarını uygulamaya çalışır falan diye… Aman diyim!


Vajinismus demişken...


Aslında yazının devamını dün akşamüzeri getirmeyi planlıyordum ama hayat tüm planlamadıklarımızın toplamından başka nedir ki?
Burada henüz kendisinden bahsetmediğim çok yakın bir arkadaşım nihayet Dukan diyetinin duraklama mı, koruma mı adı her ne zıkkımsa o evresine girmiş, haftada 1 serbest yeme içme günü olmuş tekrar insan arasına çıktı, onunla birlikteydim.
Kadınlar ve diyetler…
Neyse anlatırım onu da bir ara…
Eveeet… Vajinismusta kalmıştık.
Levent arkadaşımız bana mesaj yazmış, hafif eleştirel bir ton sezdim gerçi ama iyi bir günümdeyim o nedenle arızaya bağlamayacağım, sakin
Haydar Dümen sanırım vajinismusu tv ekranlarında ve gazete köşelerinde en çok ele alan hekimlerden birisi. Kendisine Türkiye’deki tabuları tartışmaya açan ve cinselliği doğal biyolojik bir işlev gören yaklaşımıyla geniş kitleleri bilgilendiren bir uzman olarak saygı duyarım.
Lakin şehir efsaneleri olarak kendisinin öyle “tedavi” hikayeleri kulaktan kulağa dolaşıyor ki, duyduğum saygı koşarak çıktığı yere geri giriyor. (Bu arada saygı tam olarak vücudun neresinden çıkıyor bilmiyorum)
Şimdi burada bunları anlatmak dedikodudan başka bir tanımlamaya girmez, o yüzden girmemeyi tercih ederim.
Ama…. Vajinismusa gelecek olursaaaak…
Bu blog biraz olan biteni matrak taraflarıyla ele aldığımız ve okuyanı gama kasavete düşürmemek gayesi taşıdığından dolayı çok fazla “öğretici” rolüne bürünmek istemiyorum. İlla ki bilgi vermem gerekiyorsa konuya ve yazının bütününe yedirmeye çalışıyorum. Çünkü açık konuşayım okunma ve çok okunma, onay görme, beğenilme falan gibi gayet primitif dertlerim var. Hepinizin var aslında. Yoksa eğer depresyondasınızdır. Neyse…
Vajinismus her kültürde görülebilen bir cinsel işlev bozukluğu. Bizim gibi daha geleneksel ve büyüme evresinde duyguların ifadesi pek fazla desteklenmeyen toplumlarda biraz daha sık görülüyor ama her toplumda görülebiliyor.
Sizi ikna etmek için söylemiyorum ama eğitim sürecinde hocalarımızdan duyduklarımız ve meslek yaşantımız sırasında karşılaştıklarımız bizi son derece ciddi vakalardan haberdar etti.
Örneğin kadının vajinismus sorunu olan bir çiftin erkeğin zorlaması sonucu birbirlerine birleşik halde acil servise getirilmişli vardır. Çok utanç verici değil mi? Bence de.
Ya da mesela büyük şehirlerimizden birinde kadının diş hekimi, adamın da genel cerrah olduğu 18 yıllık bir evlilikte, çocuk sahibi olma istekleri de olmadığı için halen doğrudan cinsel birleşme yaşamayan bir çifti bizzat ben tanıyorum.
Bu, basit bir korku, geçici cinsel isteksizlik veya karşı tarafa olan güven eksikliğinden kaynaklı teslim olamamaktan daha fazlasıdır.
Ama nasıl her yaramaz çocuğa “hiperaktif” demek gibi saçma sapan bir alışkanlık oluştu, sanırım en ufak cinsel sorun da “vajinismus” olarak dile getiriliyor olabilir.
Bilinmesi gereken en önemli nokta, düzelme konusunda istekli olan çiftlerin, uygun bir yaklaşımla 2-3 ay gibi bir sürede tamamen (!) iyileşebiliyor olmalarıdır. Önemli olan doğru isimlerle çalışmaktır. Şarlatanların maliyeti yüksek olur…
Bunca şeyi de “aman ben de bu kadar uzman kimseyim” demek derdiyle yazmadım. Hatta benden en ufak böyle bir talebiniz dahi olmasın zira ben cinsel işlev bozukluklarıyla çalışmaktan pek hazzetmem. Gidin sorun, araştırın…

12 Haziran 2012 Salı

Evlilikler II


Kafa içi sesleri:
Bugün sanki biraz daha mı sakinler? Bak oturuşları da biraz daha birbirlerine yakın ve yönleri az da olsa birbirlerine dönük. Geçen seferki atarlarından eser kalmamış. Tevekkülün mü yoksa alınmış bir kararın mı sonucu bu? Bir karar alındıysa acaba devam mı edecekler yoksa –tamam artık buraya kadar!- konuşması mı yapıldı evde? Dur bakalım şimdi anlayacağız…

“Nasıl geçti haftanız?”
Bir klasik olarak adam aldı sazı yine eline:
“İyiyiz Minaanım nasıl olalım, sizi sormalı?”
“Ne münasebet!”
“?!?!”
“Sabah kahvesine mi geldiniz buraya? Hoş beş edelim diye mi sordum haftanız nasıl geçti diye? Bunun için mi ödeme yapıyorsunuz bana?”
“Hay Allah… Siz de biraz… Neyse… Aslında demişlerdi bana… Neyse… Haklısınız…”

İnsanları hipnotik telkin kalıplarından faydalanabilir hale getirmek için ne yapılır biliyor musun sayın okuyucu? Öncelikle onu alışageldiği düşünme alışkanlığından kurtarıp afallatman, bunun için de zaman zaman saçmalaman gerekir. Yani benim böyle dürtüsel gibi görünen fevri çıkışlarım aslında sebepsiz değildir. Tabi bu her tarza uymaz. Hatta mesleki çevremden sıklıkla eleştirildiğim de olur. Ama yani zurnanın zort deliği diye de bir şey var! Bir de başçavuş ve beygiri… Bilirsiniz.
Bu çifti daha önceki yazıyı okuyanlar hatırlar. Hiç cinsel ilişkiye girmedikleri halde “bizim 6 yıldır çocuğumuz olmuyor” diye figan eden çift. Gülmeyin reca ederim. Bu gerçek ve ciddi bir sorundur. Benzer şekilde Anadolu’da doktor doktor gezen bir dolu çift vardır.
Hatırlarsanız kadın görüşme boyunca ağlayıp durmuş, adam da atarlanıp odanın içinde dolaşmış, sonra da oturup karısı adına da cevaplar vererek sözümona(!) bir diyalog kurulmuştu. Hah işte onlar!
“Bize koyduğunuz yasağa riayet ettik Minaanım.”
Eyvahlar olsun!
“Bir haftadır birbirimize tuzluk alıp verirken bile dokunmadık.”
İyi halt ettiniz!

Şöyle ifade edeyim, vajinismusla gelen çiftlere uygulanan tedavinin ilk aşaması “harfiyen uyulacak bir cinsel perhiz ödevi” verilmesidir. En azından benim uyguladığım ve dünyada çokça da kabul gören tedavi modülüne göre. Neyse… Çifte bu sürede değil cinsel ilişki, temas, okşama, öpüşme bile yasaktır. Ancak aralarında sevgi bağı olan ve bu sorunun çözümünü içtenlikle isteyen çiftler bu yasağı delmeye çalışırlar. Hiç belli etmez ve nötr bir yüz ifadesi takınırız ancak içten içe memnuniyet duyarız bu durumdan, çünkü doğru yolda olunduğunun bir göstergesi olarak da pekala ele alınabilir bu davranış.
(Bu arada meslek sırlarını ifşa ediyor diye meslek örgütlerinin beni topa koyması an meselesi, sahip çıkmazsanız fena bozuşuruz bak!)
Neyse, ne diyordum?
Koyduğum yasağa harfiyen riayet edilmiş! Bozuntuya verecek değilim:
“Güzel. Size bu sorunu gerçekten çözmek istemediğinize dair bir soru sormuştum. Düşünme fırsatınız oldu mu?”
Adam:
“Ben zaten geçen hafta da söylemiştim istiyorum diye.”
“Evet söylemiştiniz. Ama ben onu sormadım. Düşündünüz mü diye sordum.”
“Yoo.”
Bu kez kadına döndüm:
“Peki siz?”
“Minaanım inanın ben sürekli bunu düşünüyorum aslında. Yani kafam hep bu sorunla meşgul. Ama isteyip istemediğimi bu hafta siz sorduktan sonra ilk kez düşündüm.”
Adam da ilk kez ilgi ve merakla karısına baktı.
“Normal bir kadın gibi olabilmeyi tabi ki istiyorum. Bundan neden bu kadar korktuğumu zaten hiç anlamıyorum. 6 yıldır bir sürü ödev, ilaç verildi bize. Kimini yaptım kimini yapmadım. Ama bu kez artık bitsin istiyorum.”
“Kimini yaptım kimini yapmadım dediniz, ödevler tek kişilik miydi?”
Tam kendine yakışır şekilde adam cevap vermek istedi:
“Minaanım tamam kabul ediyorum bu mesele iki kişilik ama inanın benden kaynaklanan en ufak bir sorun yok. Son derece anlayışlıyım, naziğim,” burada karısına döndü onay için, “değil mi sevgilim?”
Kadın ne yaptı dersiniz? Masanın üzerindeki kelebekli bardak altlığıyla oynamaya devam etti. Ama son anda fark etti durumu, başını sallamak suretiyle beklenen onayı verdi. Tabi ben bunu yedim mi? Asla.

-devam edecek-



11 Haziran 2012 Pazartesi

Bir delikanlı


“Merhaba nasılsınız Mine Abla?”
“A-aaa! Hoş geldin, ne zaman geldin sen?”
“Çok olmadı, rahatsız etmek istemedim ama annem illa gir diye ısrar edince… kusuruma bakmayın.”
“Olur mu hiç öyle şey! Ne kusuru aşk olsun, vallahi darılırdım buraya gelip de bana bir merhaba demesen. Gel otur bakalım, nasılsın? Neler yapıyorsun?”
Geçti karşıma. Konuşurken utancından yanakları kızarıyor, gözleri çoğunlukla yerde, nasıl mahcup nasıl nazik…
“Nasıl olayım Mine Abla, babaannem biraz hasta bu aralar, sürekli onun başındayım. Bir yandan da sınava çok az kaldı malumunuz…”
Müdanaanım’ın üniversite sınavına girecek olan, babası ve babaannesi tarafından senelerce köşe bucak kaçırılıp saklanarak annesine gösterilmeyen oğlu. Ufak tefek, zayıf, narin yüzlü, ürkek bakışlı bir delikanlı. Size tam olarak örnekleyemeyeceğim ve somutlaştıramayacağım bazı hareketleri, ne bileyim bir anlık bakış, elinin bir sallanışı, bedeninin duruşudaha önceki karşılaşmalarımızda da bazı şüphelere yol açmıştı bende. Öyle efemine bir çocuk değil. Ucuz tv skeçlerindeki taklitler gibi kırılıp dökülmesi asla yok. Ama işte bizdeki de kaç senelik mesleki deneyim. Artık benimki farklı bir göz müsaade ederseniz. Eder misiniz?
Diyeceksiniz ki, hadi haklısın, ne olmuş yani? Bunu diyenler çıkacaktır… Olacağı şu, kendisinin de bunun farkında olup olmadığını bilmediğim için, olası bir yaşam krizinin başlamasına seyirci kalmış olacağım.
Berbat bir ikilem.
Doğrudan sorup da afedersiniz eşeğin aklına karpuz kabuğu düşürmenin alemi yok. Hele hele Müdanaanım’a değil konuyu açmayı, şöyle ucundan çıtlatacak olsam, kadıncağızın mevsimlik migren krizlerine grip, rambo gibi kafasına fularını bağlayıp sıkması ve o baş ağrısı geçene kadar ortalıkta öyle dolanması işten bile değil. (Bu arada artık bu yazıları okumuyor, nöroloğu bilgisayar ve tv ekranına bakmasını bir süre kati surette yasakladı, o yüzden rahatça yazabiliyorum)
Müdanaanım eşinden ilk ayrıldığında henüz çocukları yokmuş. Olmuyormuş. “Tüp bebeğe ikna edemedim, ne belli benden olacağı dedi de başka şey demedi” diyor eski kocası için. Katışıksız sığır. Kusura bakmayın ama başka bir teşbihte bulunamadım.
Sonra bir müddet ayrı kalmışlar ve ne hikmetse “ille barışalım” diye kapısında yatıp kalkmaya başlamış kocası olacak!
Bana sorarsanız, adam karısı ve karısının davranışlarını, tavırlarını haklı veya haksız hakkında çıkan söylentileri kabullenemeyen, “ben ölmeden katiyyen olmaz!” diyen anası arasında kalmış olabilir. Gidip gelmeleri, bir sevip bir hastanelik edecek raddede dövmeleri içindeki güçlü bir çatışmanın bariz göstergesi.
Bu kez şart koşmuş Müdana, “tüp bebek için doktora gidilecek!” İstemeye istemeye kabul etmiş adam. Ve beklenen sonuç: Müdana gebe kalmış.
Fakat oğlan daha üç yaşını doldurmadan tekrar araları bozulmuş ve adamla anası çocuğu da aldıkları gibi sırra kadem basmışlar. Boşanma davası vs derken kalmış bizimki bir başına. Peşlerine düşmüş, araya akrabaları, hatırlı insanları sokmuş, aklına gelen tüm yolları denemiş ancak oğlan 15 yaşına gelene kadar sadece 3 kez görüştürmüşler. Sonra artık adamın anası yaşlandığından mıdır nedir, bir de bizimki el işinden biraz para da kazanır olmuş, “tamam” demişler, “arada bir görüşün bari.”
Bu hikayeyi değil burada yazarken, Müdanaanım bana anlatırken bile bütün tüylerim diken diken oluyor. Kendimi onun yerine koymadan ve o babaanne olacak cadalozun ümüğüne yapışmak için canhıraş bir motivasyon hissetmeden yapamıyorum.Çünkü bana soracak olursanız hiçbir boşanma sebebi –eğer karşı taraf doğrudan çocuğa cinsel/fiziksel istismarda bulunmamışsa- bir çocuğu ebeveynleriyle görüşmekten alıkoymamalı. Kaldı ki bir cinsel/fiziksel istismarda bile belirli koşullar sağlanarak, çocuğun görüştürülmesi mümkündür.
Anne ve baba arasında onların bireysel hırsları ve çamurdan mayaları nedeniyle ayyuka çıkan didişmeleri yüzünden çocuklar zarar görmemeli. Maalesef ülkemizde genelde bunun tersine rastlıyoruz. Ülkemizde deyişimin sebebi, başka bir yerde bu tür ailelerle karşılaşma fırsatımın olmaması. Belki diğer ülkelerde de benzer yaşantılar vardır bilemiyorum ama bizdeki durumun vehameti inanın bana AB’ye girmemek için tek başına yeterli olabilecek düzeyde. Görünmeyen, duygusal bir şiddet boşanan ebeveynlerin çocuklarının maruz kaldıkları. Ay deliricem! Bak sinir bastı! Tövbe estağfurullah…
Seneler sonra annesinin kokusunu, tenini, huyunu suyunu bilebildi bu çocuk. Ona bakarken ister istemez hüzünleniyor ve varlığı acayip derecede beni geren bir merhamet duyuyorum.
Eğer cinsel yönelimi hakkında haklı isem, ortaya çıkması an meselesidir. Zira önümüzdeki yıl üniversiteye başlayacak ve hem reşit olmanın hem de üniversite ortamının vereceği özgürlükle kendisini frenlemesi için fazla sebebi kalmayacak…
Neyse ne diyelim, hayırlısı….

10 Haziran 2012 Pazar

Eski Defterler


Okurken dinlerseniz diye:



Papatya, yasemin, anason… benim meşhur müsekkin çayım… her gün her gün alkole yatıracak değiliz ya bünyeyi?
Bu gibi durumlarda dinlemek için “Sade” bulunmaz nimettir. “I couldn’t love you moreeee” diyerek kadife bir örtü gibi yayıldı odaya.
Bugün bir haber aldım. Üstelik hafta içi fincanlarımda kuş falan da görmemişti Müdananım. Öyle apansız, ufak bir kaldırım serçesinin kanadında geliverdi. “Selamını aldım Mine.”
Böyle… süt ve bebe bisküvisi kokan çocukluk anılarının ılıklığında, ilk kez denizi gördüğünde hissedebileceğiniz türden efil efil bir heyecan içinde ve her gün giydiğiniz ev pijamalarının bedeninizin şeklini aldığı yumuşaklıkta bir his önce. Tanıdık ve özlenen. Hatırlama, mutlanma ve mahcubiyet. Bunca zaman olmuş o selam gideli… Olmuş mu gerçekten?
Ne düşünerek ve ne dileyerek gönderdim şimdi hatırlamam imkansız… ama zaten bunu çok da düşünmeye gerek var mı? Zira benden ona giden selamların yörüngesi, hızı ve beklentisi tarih boyunca hep aynıydı. Çinliler o Seddi hep inşa etti, Kolomb Yeni Dünya’yı hep Hindistan sandı, Fatih İstanbul’u hep aldı, o gemilerle gelenler hep “geldikleri gibi gittiler” ve benim selamım ona hep aynı temenniyle ulaştı.
Kendi ağırlığımca ve bu zaman diliminde işgal ettiğim süre içinde bir tarih yazdım ona ben. Sahi tek bilinenli tarihler, kayda geçirilir mi? Veya vakanüvistler için “sezgi” bir yöntem olabilir mi? Olmaz diyeceklerdir… Boş geç mühim değil…
Tek kişilik hayallerin insanıyım ben. Yolculuğun vardığım bu noktasında artık bu ayan beyan ortada. Evim tek kişilik… yatağım da öyle… pencerenin önünde doya doya geceyi solumak için oturduğum en rahat ve en sevdiğim koltuğum da…
Fekat zamanın bir yerlerinde hayallerime katık ettiklerim de olmuştu. Sanırım uzun süredir aşktan uzağım… ve sanırım uzun süredir kendimi içinde kaybettiğim kesif bıkkınlık ve yalama olmaya yüz tutmuş tahammülsüzlük biraz da bundan… renklerini kaybediyor insan aşktan uzaklaşınca… ve sonra “selamını aldım Mine” diyor bir ses ve …
Aşkı hatırlamak bence aşka en yakın zihinsel faaliyet.
Bir fincan yasemin-anason-papatya çayı, saçları tepede topuz olarak tutturan bir adet kurşun kalem, pencerenin önünde kuyruğuyla yalnızlığı öteleyen bir kedi ve yönünü dışarı vermiş yüksek arkalıklı bir kadife koltuk… aklım kalabalıkken ben de tek sayılır mıyım peki?