25 Mayıs 2012 Cuma

Kalem ...


Aşk tedavi edilemez. Sakat bir ruh halidir ve insanlar ağızları “hayatlarında huzur istediklerini” söylerken yaygın kanının aksine hep dengeyi bozacak ağırlık merkezlerinde durmanın peşindedirler.
Hatta belki de “huzur” türümüze özgü bir becerinin getirisi olarak hayal edip, var kabul ettiğimiz, mağaranın gölgesine düşmüş nesnesiz bir gölgedir. Nur içinde yat Eflatun…
Manyakçadır aşk. Herkesin her an yaşayamayacağı bir duygu yoğunlaşması olduğu için de kıymetli ve aranandır. Öyle övmek falan derdinde değilim. Zira bendeniz işin içindeki hormonlara fena halde rol düştüğüne inanırım. Biriyle sevişmek istemektir aşk biraz da… Ama sürekli ve hep onunla sevişmek isteme hali gibidir. O geçince aşk da biter. Kısa ve net. Kimseyi ikna edecek değilim. İsteyen istediği masala inanabilir.
Ama bazı aşklar vardır, öyle içten ve güzellikle anlatılırlar ki, bu sürekli sevişmek isteme halini yüceltip yere göğe sığdıramamayı bile mazur görürsünüz. Bir yağlı boya resim yapar gibi anlatır bazı insanlar aşklarını. Görürsünüz, hissedersiniz hatta. İmrenmek de mümkündür. Herkes aşık olabilir ama bence herkes aşkını anlatamaz. İyi sevişmek gibidir belki bu da… Bazıları daha yeteneklidir.
Kalem’in gözlerinden etrafa yayılan ışık parçacıklarını, bir akşam güneşinin koynunda pırıldayan yakamozlar gibi o gözlerinin bakışını görmenizi isterdim. Bir insanın dünya üzerinde kaç yıl geçirdiğinin bir önemi olmadığını anlatan Yaradan’ın canlı bir sanat eseri gibiydi çocuk aşkından bahsederken. İçimizdeki hazine sandığında saklı olan duyguların, bir insan haline geldikten sonra her an ulaşılabilir ve “orada” olduğunun kanıtı gibiydi.
Bir sabah uyandığında kendisini büyümüş ve bir erkek gibi hissetmişti. Söylediği aynen buydu. Her türlü karşılığı göze almış ve çıkmıştı sevdiği kızın karşısına. “Seni benim bir erkek, senin de bir kız olduğunu fark ettiğimden beri seviyorum” demişti ona. “Dünyadaki hiçbir şeyin senden daha güzel olamayacağını düşünüyorum ve ben kendimi bile senin yanına yakıştıramıyorum aslında ama aşkım o kadar büyük ki artık içime sığmıyor” diye anlatmıştı gözlerine bakarak. “Sana defterler dolusu şiirler ve hiç vermemek üzere kaleme aldığım mektuplar yazdım. Yıllardır baktığım her yerde seni görüyorum ve senin aklımda olmadığın tek bir anım dahi geçmiyor. Sana olan özlemimi dindirebilecek hiçbir şey yok; o yüzden senden bir beklenti içinde değilim, sadece bil istedim. Ben varım ve yaşadığım sürece bir tek seni seveceğim. Dünyanın bir yerinde böyle birinin kalbinin attığını, verdiği her solukta adından izler olduğunu bil, olur mu?” Sonra gülümsemiş, arkasını dönmüş ve gitmişti.

İnce, narin bedeninin üzerinde solgun ve hatları kalemle çizilmiş kadar düzgün, masum bir yüzü, upuzun bal rengi saçları, ela gözleri vardı Rapunzel’in. Aklının ermeye başladığı zamanlardan beri annesinden babasının başka kadınlara olan aşklarını, gönül ve yatak maceralarını dinliyordu. Annesinin cümlelerine sığmayan öfkesi gözlerinden ateşler çıkarak etrafa yayılırdı adeta ve Rapunzel bir süngerin suyu emdiği gibi bu öfke hücrelerine yayılarak büyümüştü. Hep aynı rengin farklı tonlarından seçilmiş üç gardırop dolusu elbisesi ve saçları hep aynı boyda kesilmiş ve aynı şekilde örülmüş, eline alıp oynamasının yasak olduğu onlarca oyuncak bebeği olmuştu çocukken. Dik başlı ve asiydi. Kavgacıydı. Kimsenin ummadığı bir sebepten hiddetlenebiliyor, o an gözleri kararıyor ve kendine geldiğinde, o göz kararmasından sonra ne yapmış olduğunu hatırlamıyordu bile. Etrafı ona hayran kız-erkek akranlarıyla doluydu. Bulunduğu ortamlarda hep cazibe merkezi ve gözdeydi. Fakat içi o kadar yalnızdı ki bazen sabahlara kadar bir naylon torbada saklayıp penceresinin dışına astığı bebeğiyle konuşurdu.
Sanki sırtı dikleşmiş ve yüzüne bir olgunluk gelmişti o gün Kalem’in. “Söyledim ve artık hayatta hiçbir şey zor ya da başarılmaz değil benim için”, demişti.
Umursamaz ve alaycı bir görünümün altında derin bir şaşkınlığı zar zor gizliyordu o gün Rapunzel. “Aptal çocuğun teki gelip ilan-aşk etti bugün, ezik!” demişti.
Her geçen gün daha güçlü ve kendinden emin oldu Kalem. Bıraktı zamanla görüşmelere gelmeyi. Artık kimseye ihtiyacı yoktu doğru yolu bulmak için. Kanatlarını açmış, pencereden süzülerek gözden yitip gitmişti. Sevgiyle uğurlamıştım onu.
Her geçen gün daha fazla düşünür olmuştu okulda karşısına dikilip ona ilan-ı aşk eden çocuğu Rapunzel. Ne o çocuk bir daha gelip onunla konuşabilmişti ne de o gidip o gün kibirlice gülümseyip arkasını dönüp gittiği için ondan özür dileyebilmişti. Adını öğrenmişti. Nerede oturduğunu, teneffüslerde, öğle tatillerinde neler yaptığını, hangi kitapları okuduğunu… Onu tanımak ve bir kez olsun seviliyor olmanın nasıl bir duygu olduğunu yaşayabilmek istiyordu.
Sonra bir yaz tatilinde Bodrum’da alkollü bir sürücü, doğum günü partisinden dönen dört genci 4x4’ünün altına almıştı hızla girdiği bir kavşağı alamayıp. İki çocuk hafif yarayla, birisi birkaç ortopedik ameliyat gerektiren ağır hasarla kazayı atlatmış, çocuklardan birisi ise olay yerinde hayatını kaybetmişti. Adı Kalem’di…


24 Mayıs 2012 Perşembe

Dök İçini Rahatla


Gitmediği doktor, denemediği yöntem, içmediği ilaç afedersiniz .ıçmadığı ocak başı kalmamış gelmiş bana “Minaanım sizi çok methettiler, bu sigarayı bana bıraktırsanız bıraktırsanız siz bıraktırırsınız” edebiyatı yapıyo deve!
“Niye ben kuş mu konduruyor muşum, öyle mi dediler” diye sordum.
Bakakaldı.
En sevmediğim türdür bunlar. Aslına bakarsanız tam sağacak inek kıvamındadırlar ve sadece hasta görerek servet (!) yapan terapistlerin büyük bir kısmını bunlar zengin etmiştir.
Hiçbir servet ya da paranın satın alabileceği hiçbir şey ne kadar süreceğini bilmediğim ömrümün 45 dakkasını heba etmeme değmez bence.
“Sigarayı neden bırakmak istiyorsunuz ki?”
İşte o “ki” var ya o “ki”, Mavi Sakal’ın şatosunu açan anahtardır sevgili blogger dostları. “Bence siz sigara içmek için yaratılmışsınız, zaten denemediğiniz yöntem kalmamış, insan olup da gerçekten bu mereti bırakmaya niyetiniz olmuş olsa bunu kendi başınıza da yapabilirdiniz, ama paranız fazla geliyor galiba ya da siz mızırdandıkça sırtınızı pışpışlayacak ve lanet olasıca –işte bu sefer de beceremedim- senaryonuzu sizin için bir kere daha onaylayacak ve hayatınızda hiçbir şeyi sahiplenmediğiniz kadar sahiplendiğiniz bu tıynetsiz varoluş biçiminizi pekiştirecek birine ihtiyacınız olduğu şu odaya girerken paçalarınızdan damlıyordu” söz öbeğini iki harfe sığdırmaktır işte o “ki”.
Hakkaten de düşünüp bu soruya bir cevap bulmaya çalıştı. “Sigarayı neden bırakmak istiyorum ki?” Bulamadı.
Beni hasta eden ne biliyor musunuz? Çıldırmışçasına tüketim geleneğinin insanlığın üzerine napalm gibi salınmasının bir getirisi olarak, psikoterapiyi bir tür tüketim malzemesi haline sokan zihniyet. Sürekli olarak “herkesin bir psikoloğa ihtiyacı vardır, her sorun çözülmelidir, kendi başınıza sorunlarınızı çözemezsiniz, herkes normal olmalıdır, yabancılaşmanın yol açtığı yalnızlıklar yüzünden herkesin konuşabileceği bir terapiste ihtiyacı vardır…” mesajları veriliyor.
NE ALAKASI VAR ?
(Yabancılaşmayı da kapitalizme öyle ustalıkla yedirdim ki Marx mezarında ters döndü fark ettiyseniz. Neyse…)
Bi kendinize gelin insanoğlu! Ananızın karnından nasıl kan revan ve sümüksü salyalar içinde çıktığınızı, nasıl muşmulaya benzediğinizi ve gerizekalı gibi hareketler yapan bir çocukken nasıl şimdi dışardan bakınca basbayağı adam-insan gibi görünmeyi başardığınızı düşünün.
Düşmeyin bu oyuna.
Önce egolarını eritip sonra da seneler süren terapilerle o egolarını tekrar inşa etmeye çalışıyorlar insanların. HERKES DEĞİL. Ama bazıları bunu yapıyor. Bunu biliyorum. Duyuyorum ve görüyorum. Söylüyorum size, azıcık laf dinleyin…
O yüzden illet oluyorum bu tiplere. Be adam, sigara içiyorsan bir sebebi var. Bırakamıyorsan onun da bir sebebi var. Bırakamadığın halde doktor doktor gezip bırakmaya çalışıyormuş gibi yapıyorsan onun da… otur bi düşün… noluyo bana de…nedir benim derdim sıkıntım de di mi? Demez. Gelir ve ağzının payını alır, gider…
Hem de nereye biliyor musunuz? Benim yaptıklarımı anlatıp sızlanacağı başka bir terapiste. Keyiften yerinde duramaz halde üstelik. Bundan güzel malzeme mi olur onun acınası sefil düşün hayatı için?




23 Mayıs 2012 Çarşamba

Acil Servis

Hüzün bende iştah açıyor...
Yemeyecektim o köfteleri...
Timur burun kıvırıp, eşeleyip bıraktı...
Onun dokunmadıklarını da ben yedim...
Zehirlendim...
Bir hortum yutmam eksikti.... Gerçekten... Onu da yuttum tamam oldu.
Yeşil bir benzim var artık...
Yakıştı mı ne? ?

22 Mayıs 2012 Salı

Salı-Akşam


Bilmem inanır mısınız kemiklerim sızlıyor ?
Acaba fiziksel kuvvet gerektiren bir mesleğim olsa halim nice olurmuş?
Yorgunluk insani ve arkaik bir oluş hali. Dinlenmeyi güzel kılıyor. Hatta öyle ki fena halde yorası geliyor insanın bazen kendini doya doya dinlenebilmek için.
Erken sayılabilecek bir saatte geldim eve. Timur her zamanki gibi pencerenin önünde dışarıdan yükselen restoran kokusuna karşı keyifle kuyruk sallıyor. Çünkü birazdan aşağıdan zilimiz çalacak ve upuzun bir çamaşır ipiyle sarkıtacağımız sepetimizle hem bana hem de Timur’a köfte ve tavuk kanatları gelecek. Hemen her akşam aynı saatlerde çalar kapı. Eğer evdeysem sallarım sepeti. Değilsem Timur kendi kendini yalamaya devam eder.
Geçen yıl restoran sahibi ile bazı kiracılar arasında ciddi ve silahların ortaya çıktığı bir tartışma yaşandı. Sebep o kadar saçmaydı ki şimdi tam olarak hatırlamıyorum bile. Bir saate yakın hepsini toplayıp bir nutuk çekmiş ve kiracıları ikna etmiştim. Galiba restoran sahibi haklıydı. Otopark ve çöplerle ilgili bir konu gibi kalmış aklımda. Neyse efendim, bazı mesleki “telkin” kalıplarını da kullanarak ortalığı süt limana çevirmiştim. O zamandan beri vaziyet budur. Önceleri ne kadar yok, olmaz desem de Diyarbakırlı bir restoran sahibinin ne kadar ısrarcı (!) olabileceğini anlatsam inanmazsınız. “Hocam sen bu paketi almazsan getirir kapına koyarım, bir koyarım, iki koyarım, üçüncüde artık bunu hakaret sayarım.” Yeterince ikna ediciydi.
Evlere şenlik bir de hanımı var! Üçüncü. Yanlış anlamayın üç numara değil, resmi nikahlı üçüncü eşi ve yaklaşık olarak kendisinden yirmi yaş kadar küçük. Bana terapiye gönderiyor. Başlı başına bir alemler, şimdi iki üç cümleyle geçiştirilecek gibi değil… Belki sonra.
Bugün Kalecik karası bana hafif gelecek hissiyatıyla Boğazkere/Öküzgözü açtım. Şerefinize…
Aslına bakarsanız, görüşmeler bittikten sonra nadiren bir hasta aklıma gelir bir sonraki görüşmesinin olduğu gün listede adını görene kadar. Bunu kesinlikle umursamazlık olarak yorumlamayınız rica ederim. Hayatımı sürdürebilmek için buna mecburum.
 Bir terapi seansı boyunca tüm duyularımla ve dikkatimle ve beynimdeki tüm proteinleri sentezleyerek karşımdaki hastaya ait olurum. Yorucu bir iştir. Başarı getirir. Ama seans bittiği anda çıkarım transtan. Evet bunu bir tür “trans” olarak adlandırıyorum. Asla zihnimi gerekenden fazla meşgul etmesine izin vermem çıkan hastanın. Ama söylediği ve yaptığı hiçbir şeyi de unutmam. Zamanla ve kendiliğinden oluşan bir tavır bu. Neyse…
Ama işte bazen öyle hikayelerle kuşatılır ki etrafınız, görmezden gelebilmek için mutant olmanız gerekir.
Bugün Rapunzel’den bir e-posta daha aldım. Kalem’le ve kendisiyle ilgili yazdıklarımı okumuş. Benim yazarken onun da okurken hüzünlenmememiz imkan dahilinde değildir zaten. “Binlerce kilometre uzaktan yine hatırladım, ağladım, ağladım, ağladım…”yazmış.
Ben ağlamadım. Ama fazlasıyla detaylı, sanki her şey dün olmuş gibi, tüm renkleri capcanlı, ortamdaki tüm sesler ve kokularla birlikte kaydettiğim anılar bir film gibi başa sarıp oynadı.
Kapı!!
Gelirim yine…

Salı


Eveeet, nerede kalmıştık?
Diyordum ki, Kalem’in aşık olduğu kız meğer bizim Rapunzel’miş.
İkisini yan yana düşünmeye çalıştım ve Rapunzel’in Kalem’in ismini bile hatırlamıyor olabileceği konusunda çocuğa hak verdim. Rapunzel gerçekten de orta okul ve lisede hani şu okulun en çok çıkma teklifi alan, en havalı, en güzel kızlarından birisi olabilecek bir kızdı.
Kalemse onun kadar dikkat çekici herhangi bir özelliği olmayan, kahverengi gözlü, kahverengi saçlı, suskun, sakin bir tipti.
Hiçbir şey söyleyemezdim. Müdaananım’ı özellikle Kalem ve Rapunzel’e aynı gün randevu vermemesi konusunda sıkı sıkı tembihledim. Merakını giderememek ve nedenini sormaması konusunda onu ikna etmek özellikle zor oldu. Bazen onunla içeriden çıkan hastalar hakkında, onları rencide etmeyecek ve bence “zararsız” bazı bilgileri paylaşırım. Bunu duyunca umarım şaşırmadınız; çünkü tüm psikologlar sekreterlerine ya da meslektaşlarına hastalarını anlatırlar. Elitist bir yaklaşım olduğunu kabul ediyorum. Ama inip de aşağıdaki bakkala anlatmamı istemezdiniz herhalde. Güvenli suların nerede başlayıp, nerede bittiğini bilebiliyorum kendi adıma konuşmak gerekirse.
Ancak mesela çok ünlü (!) bazı medyatik psikiyatrların çok ünlü (!) bazı serçelerin bağımlılık (!) alışkanlıkları hakkında uluorta konuştuklarına da şahidiz. Bu, saygınlığınızı tamamen yitireceğinizin ve meslektaşlarınız arasında bir daha sevilmeyeceğinizin teminatıdır. Gerçi bunu umursadıklarını sanmıyorum. Boş verin…
Kalem’in Rapunzel’e olan duygularını öğrendikten sonra Rapunzel’e okul çevresi ve arkadaşları hakkında bazı sorular sordum. Bir erkek arkadaşı, bir erkek arkadaşı olmasını istediği ama bir sebepten kızgın olduğu için uzak durduğu arkadaşı, bir de ona sürekli çıkma teklif eden ve birisinin kıskandırılması gerektiğinde elinin altında bulundurduğu ne erkek arkadaşı ne de arkadaşı olan üç çocuktan bahsediyordu genellikle. Tahmin edebileceğiniz gibi Kalem’in K’si bile geçmiyordu. Onun dünyasında Kalem’e ait tek bir iz yok gibiydi.
Kalem ise değme edebiyatçılara taş çıkartacak şiir ve mektuplar arasında kendine Rapunzel’den örülü bir dünya kurmuştu.
Şimdi lütfen bir psikolog olun ve kendinizi benim yerime koyun.
Bana genellikle hastalarım gelir ve benim hiç tanımadığım göremediğim insanlarla olan ilişkileri hakkında yığınla bilgi verirler. Ve çoğunlukla başkalarıyla olan bitenden kaynaklanır onları bana getiren sorunlar. Kaynaklanmasa bile mutlaka başkalarıyla ilgisi vardır. -Robinson Cuma’yla sadece yarenlik etmiş olamaz. Robinson da bir insansa, her insan gibi fena halde kavga edip didişme gereksinimi duymuş olmalı.
Her neyse… Bu kez hastalarımdan birinin kimden bahsettiğini biliyordum. Hatta o kadar iyi biliyordum ki, onun hakkında başka hiç kimsenin sahip olmadığı bilgilere sahiptim. Ama bu Kalem’in zaten işine yaramazdı.
Kalem’in biraz daha özgüvene ve sevdiği kıza açılma, gelecek bir red cevabını da göze alıp sorumluluk altına girmesi gerekiyordu. Diğer seçenekse ona hiç açılmamak ve hem duygularını hem de bir “Rapunzel Külliyatı”nı belki ileride yayınlamak üzere kendisine saklamaktı. Ki bu karar da saygı duyulması gereken bir davranış olabilirdi.
Rapunzel’in kendini bir popülarite simgesi olarak merkezine yerleştirdiğini dünyasında, aslında hangi sorunlarla uğraşmamak için kendisini gündelik, onun çözüm kapasitesinin çok altında saçma sapan flörtöz çatışmaların ortasında bıraktığını kavramaya ihtiyacı vardı. Çünkü aslında ilgilenilmeyi hak eden çok gerçek yaralara, varlığı içinde bulunduğu odaya bile sinebilen ve belki biraz buruk gerçek sorunlara sahipti.
En azından görüşmelerde benim amaçladığım bunlardı.
Tabi ki öyle olmadı.

21 Mayıs 2012 Pazartesi

Pazartesi


Sizinle geçenlerde Rapunzel’in bana yazdığı mektubu paylaşmıştım. Az önce gelen hastamla birlikte devamını da yazmaya karar verdim. Az önce gelen hastamın esas itibariyle Rapunzel’le ya da onun içinde geçtiği öyküyle ilgisi yok. Sadece çağrışımlar… çağrışımlar…
Az önceki hastam biraz erotomani gibi görünen bir karşılıksız aşka düşmüş durumda. Bu tamamen benim yorumum. O “patronunun aslında içten içe onu beğendiğine, hatta zaman zaman karısı ile kendisi arasında yoğun vicdani hesaplaşmalara giriştiği bir aşk bunalımına girdiğine inanıyor.” Erotomani tam da bu demek işte. Ünlü ya da kendisinden üstün pozisyonda birinin kendisine aşık olduğuna inanmak. Ama bazen iş yerinden öyle enstantaneler anlatıyor ki, sosyal beceri eksikliği olan ve biraz içedönük bir patronun pekala bu hastamın anlattığı türde bir duygusal gel-git arasında kaldığına da inanılabilir. Yani hastamın yerinde ben olsam muhakkak inanırdım. Ben çoğu insanın zorlanacağı konularda bile hızla inanabilen biriyimdir. Her neyse bu hikayeyi belki sonra anlatırım. Şimdi bana pek keyifli gelmiyor.
Rapunzel’le çağrışım yapan neydi derseniz, anlatayım…
İki yıl önceydi. İçe kapanıklık, dikkat dağınıklığı (daha önce anlattığım türde ailenin hüsnü kuruntusu olarak değil, gerçekten bir dikkat ve konsantrasyon becerisi kaybı), geceleri uyuyamama ve arkadaş edinememe şikayetleriyle 15-16 yaşlarında ergen bir erkek hasta getirilmişti annesi tarafından. Aklı başında ve olgun bir çocuktu. Annesi görüşmeler sırasında dışarıda beklerdi. O da içeride sakin, terbiyeli, biraz “benim burada ne işim var” der gibi bakarak sorularıma cevap verirdi. Dış dünyayla o kadar ilgisiz ve olan bitenden kendini o kadar soyutlamış görünüyordu ki, derhal onu “oraya”, görüşme odasına getirmem (!) gerekiyordu. Elimdeki kağıtlara onunla ilgili notlar alıyormuş gibi yaparak, “Mastürbasyon yapıyor musun?” diye sordum.
Suratını görmeniz gerekirdi. Ama artık odadaydı. Cevabı konusunda ısrarcı olmadım. Ona sadece, “bütün insanlar, hatta yapmadığını söyleyenler de dahil mastürbasyon yaparlar Kalem” dedim. Konuyu değiştirdim.
Artık ilgisi ve dikkati, istediğim her şeyi orada, odada bizimle birlikteydi. Ne kadar içine kapanık ve asosyal olursa olsun her erkeğin, hele de ergenlik dönemindeki bir erkeğin kayıtsız kalmasına imkan olmayan bir konudur bu. Utandırmamaya gayret ederek, özendirici olmaktan kaçınmak gerekir. Zor bir denge. Meslek sırrı. Her şeyi de anlatacak değilim!
Neyse efendim, ayrıntıyla sizi boğmayalım, gel zaman git zaman bizim utangaç, pısırık Kalem bir dillendi, bir açıldı ki görmeyin gitsin. Ve tüm o kasvetin altından ne çıktı biliyor musunuz? Aşk. Evet kendisi 6. sınıftan beri yan sınıftaki okulun en güzel kızına deliler gibi aşıktı. İlk aşk… İlk kalp ağrısı… Ona üç yıldır hiç açılmamıştı. Hatta kızcağız bizimkinin ismini bile daha o sene bir öğretmen yokluğunda sınıflar bazı derslerde mecburen birleştirilince öğrenmiş. Ama Kalem, kızın onun ismini hatırlayıp hatırlamadığından bile emin değildi.
Bana onu anlatırdı bazen. Sanırdınız ölmüş cennete gitmiş de bana orayı tarif ediyor… Kendinden geçerdi adeta. Ona hiçbir zaman vermeyeceği şiirler, mektuplar yazar, karakalem kızın uzun saçlarını çizer, romantik ve hülyalı dolanırdı ortalıkta. Bazı ikna edici (!) yöntemlerle hiç değilse derslerine tekrar çalışmasını sağlayabilmiş, tek tük ve yüzeysel de olsa çevresindeki bazı çocuklarla adına arkadaşlık demeye bin şahit isteyen ancak Kalem için oldukça cüretkar bazı ilişkilere adım attırabilmiştim. Uyumlu ve söz dinleyen bir çocuktu. Ve ben onun dünyada kimseye anlatmadığı tek sırrına ortaktım. Eh benim de havamdan geçilmiyordu (!) J
Bir yıla yakın bir sürenin sonunda bizimki yine kızı anlatırken öyle bir detaydan bahsetti ki, bunu daha önce duyduğuma yemin edebilirdim. Biraz daha sordum, ayrıntı istedim. Okulunun adını, kızın adını (kızın adı ona ait en büyük mahremdi ve hayatta kimseye söylemiyordu, “o” diyordu sadece- olan biteni biraz daha teferruatlı sordum. Ve anlattıkça emin oldum.
Kalem’in sular seller gibi aşık olduğu okulun en güzel kızı, bana annesi ve babasının boşanmasının ardından, yoğun öfkesi nedeniyle getirilen ve aşırı kontrolcü bir annenin gölgesinde güneşe hasret kalarak solgun ve küskün büyüyen Rapunzel’den başkası değildi. O sırada hem Kalem’i hem de Rapunzel’i birkaç ayda bir düzenli olarak görmeye devam ediyordum. İkisi de birbirinin buraya, bana geldiğinden bihaberdi. Meslek etiği ve insani duyarlılığım elimde, külahımı önüme koymuş ve öylece kalmıştım.
-devam edecek.