8 Ağustos 2012 Çarşamba

Ve yine yeniden; Sakız Hanım & Mahur Bey


“Yanlış anlamayınız Mine Hanım; siz benim değil kızım, neredeyse torunum olacak yaştasınız. İlminize saygı duymadığımı düşünmenizi de istemem … Ancak karşınızda tabiri caizse koca bir çınar var ve siz narin filiz gövdenizle bana nasıl gölge vereceksiniz?”
Gülümsedim. “Belki gölge veremem ama eşlik edebilirim size.”
Derinden iç çekti. Gözleri yaşla birlikte parlaklığını ve rengini yavaş yavaş yitirip grileşen iki solgun çakıl taşı gibiydi. Beyaz ve seyrelmiş saçları ıslatılıp yana doğru taranmış, iri ve yaşını hayli belli eden elleri hafiften titriyordu.
Çocukları tarafından getirildi bana Mahur Bey. Annelerinin beklenmedik şekilde aniden ölümüyle bütün aile sarsılmış, aradan altı ay geçtiğinde herkes artık günlük yaşamına dönebilmişken babalarının hala her gece karısının gecelik ve terliklerini çıkarıp, sabahları da katlayıp bir çekmece geri koyduğunu tesadüfen fark etmişlerdi.
Tek başına yaşıyordu Mahur Bey. Çocuklarının tüm samimi “bizimle yaşa” tekliflerini ısrarla reddetmiş ve evde sürekli kalan bir bakıcıya da rıza göstermemişti. Duruma müdahale etmesi için babasına en çok nazı geçen en küçük kızı şehir dışından gelmiş ve bir çatının altına girince yaşlı babacığının rahmetli Sakız Hanım’ın sadece gecelik ve terliklerini çıkarıp kaldırmak değil onun dahil olduğu pek çok ritüeli de sanki hiç ölmemiş gibi devam ettirdiğini fark ederek büyük korkuya kapılmıştı. Çok zor olmuştu onu buraya, bana gelmeye ikna etmek. Ama gelmişti.
“Ne için evhama kapıldıklarını anlayabiliyorum ama sizi temin ederim aklım başımda benim.”
“Aklınızın başınızda olmadığını düşünmelerine bir neden var mı?”
“Olabilir.”
Kendisi hiç yemediği halde Pazar alışverişlerinde patlıcan alıyor, pişiriyor sonra hiç yenmeden o yemeği dökmek zorunda kalıyordu. Sinemaya giderken iki bilet alıyor, kendisine çorap alırken, Sakız Hanım’a da “öğretmen çorabı” alıyor, onun örgü örüp çay içtiği köşe koltuğuna kimseyi oturtmuyor, her gün muntazaman gazetedeki yemek tariflerini kesiyor ve karısının üzerine kayıtlı olan cep telefonunu kapattırması yönünde telkinde bulunanlara sert çıkışları oluyordu. Sanki Sakız Hanım şehir dışındaki akrabalına gitmiş de üç dört güne kalmaz gelir gibi yaşıyordu.
“Gelmeyeceğini ben de biliyorum ama böyle düşünmek bana iyi geliyor. Kim ne karışır anlamıyorum.”
İsyan ediyordu. Onun ölümünü neden kabul etmek zorunda olduğunu, sayılı günlerinin kaldığı şu dünyada ne sebeple “hayatına kaldığı yerden devam etmesi” gerektiğini anlayamıyordu.
“Tam 52 sene aynı kadının saçlarının leylak sabunu kokusuyla uyudum ben. Şimdi unut diyorlar bana!”
“Kim unut diyor size?”
“Çocuklarım.”
Bir yakının kaybı ardından uzayan inkar dönemi veya bitmemiş yasta çok sıklıkla karşılaştığımız bir “çarpıtma”dır bu. “Onu unutmalıyım!”
Aslı ve daha doğrusu “onun gitmesine izin vermeliyim” olmalıdır. Çünkü kimse kalandan, gideni unutmasını istememektedir ve zaten de böyle bir unutmaya gerek yoktur.
Kişinin duyduğu ya da ertelemeye son verdikten sonra duyacağı acı o kadar büyüktür o kadar büyüktür ki ancak ve ancak unutursa bunun üstesinden gelebileceğine inanması mümkündür ancak bunun doğru olmadığını ona lisanı münasiple anlatmak gerekir.
“Mahur Bey çocuklarınız benim bildiğim kadarıyla giderek daha az yemek yemeniz, geceleri hemen hiç uyuyamamanız, kendinizi hep hasta gibi hissediyor olduğunuzu söylemeniz ve normalde sakin karşılayacağınız konularda aniden sinirlenmenizden endişe ediyorlar. Ve tabi rahmetli eşiniz halen hayattaymış gibi davranmanız da bir diğer konu…”
“Siz cici bir hanımsınız ama normalde yaptığınız işe deli doktorluğu denir. Benim deliye benzer bir halim mi var?”
“Rica ederim.”
“O halde burada ne işim var benim? Böyle yaşamak istiyorum ben.”
“Bunu anlıyorum. Normal şartlar altında eğer yüksek tansiyonunuz, diyabetiniz olmasa, kalbininiz daha önce teklememiş olsa ve bu tercih ettiğiniz yaşam şekli alttan alta bedeninizi çürütmese, sizi git gide depresyona sokmasa eminim herkes de işine gücüne bakardı.”
“Depresyonda mıyım ben?”
“Bir nevi.”
“Bir ilaç daha mı vereceksiniz bana yani?”
“Hayır ben hekim değilim, isteseniz de ilaç veremem ama bu tutumunuzu sürdürürseniz korkarım sizi bir psikiyatriste yönlendirmemiz ve ilaç tedavisine başlamamız gerekecek.
“Peh!”
Ben ona önce bu yaşadıklarının ne anlama geldiğini anlatmaya çalıştım. Eşinin ölmüş olduğu ve bir daha gelmeyeceği fikrini kabul etmeyerek istemeden de olsa sürekli bir beklenti içinde olduğunu söyledim. Ve bu beklentinin gerçekleşme ihtimali olmadığı için her geçen saat omuzlarındaki yükün biraz daha arttığını, bunun da onu tahammülsüz, mutsuz, asık suratlı bir adam yaptığını, “hayatına devam etmesinin” hem kendisine hem de rahmetli eşine karşı bir borç olarak da pekala yorumlanabileceğini ifade ettim. Eğer yasını tutmazsa bundan sonra hayatında başta fiziksel ve ruhsal sağlığı olmak üzere hiçbir şeyin yolunda gitmeyeceğini söyledim. Evet yas tutmak acı çekmek anlamına geliyordu. Ve insanlar acı çekmek, ardından da acıyı atlatmak için gereken her türlü donanıma sahipti.
“Ben tam 78 yaşındayım” dedi.
“Maşallah” dedim.
“O dediğiniz yası tutmadan da sayılı günlerimi geçirebilirim.”
“Evet geçirebilirsiniz. Peki ya sandığınızdan uzun yaşarsanız?”
“…….”
“Ve sizi temin ederim yaşanmamış bir yas hep daha fazlasını ister insandan.”
“Ben karımı unutamam.”
“Onu unutmanızı değil, hatırlamanızı istiyorum. Şimdi yaptıklarınız hep erteleme. Onu hatırlamıyorsunuz siz, onu bekliyorsunuz. Hatıralarınızı yad etmiyor, gözleriniz dolarak ya da tebessümle fotoğraflarınıza bakamıyor, yaşadığınız onca güzel yılın izlerini anıp da hem onu hem de kendinizi yüceltemiyorsunuz.”
Ben böyle deyince birden omuzları düştü. Yüzüne dışarıdan apaçık gözlenebilen bir hüzün yerleşti. Başını kaldırıp bana baktığında gözlerinin dolduğunu gördüm.
Ve anlattı…
Sakız’ı nasıl 16’sındayken görüp beğendiğini ve babasını ikna edip parmağına yüzüğü geçirebilmek için iki yıl beklemek zorunda kaldığını, yemek yapmayı, sökük dikmeyi, çamaşır yıkamayı nasıl birlikte öğrendiklerini, çocuklarına isim bulmak için ne kitaplar karıştırdıklarını, Sakız Hanım’ın acaba kendisinden daha güzel hanım var mı diye öğrenmek için pasta börek getirme bahanesiyle arada bir ansızın daireye verdiği baskınları anlattı.
Onun gözlerini, saçlarını, ellerinin küçücüklüğünü, ayaklarının muntazamlığını anlattı…
Hiç yüksek sesle kahkaha atmadığını ama sevinince gözlerinin içinin güldüğünü anlattı…
Fedakarlığını, gözü tokluğunu, sabırlılığını ve o vakur duruşunu anlattı…
Anlattı da anlattı…
O kendi anılarına, ben hiç yaşamadıklarıma, ağladık…Olur bazen öyle.

7 Ağustos 2012 Salı

Aynalı beşikte bebek beleyenler...


Hayatın doğaçlamasına hiçbirimizin hızı yetemez.
İnsan ömrü dakikalarla tepe taklak olmaya müsait. Buna ayak uydurmak zorundasınız. Sağ ve salim kalabilmek için enteresan dengeler var; teslim olmalısınız.
Biz cumartesi akşamı kalabalık ve çok neşeli bir iftar yaptık ayıptır söylemesi. Saat 11’e geliyordu sofradan kalktığımızda. Şarkılar, türküler, danslar… Uzun zamandır hiç bu kadar kendimi iyi hissetmemiştim. Güvende, sevdiklerinin ve sevenlerinin arasında…
Saatler ilerledikçe babamın Müjde’ye olan antipatisi yavaş yavaş dağılır gibi oldu. Hatta bir ara “Müjde bana bir bardak su getiriver oğlum” dediği dahi duyuldu.
Malum bizim cenabet mahalleye davulcu giremediği için yine kendi davulumuzu kendimiz çalarak herkes bir tarafta serilip uyudu. Müdananım ve Müjde Necibe’de kaldılar.
Başımı huzurla yastığa koydum. Ve sabah uyandığımda gördüğüm ilk manzara annemin kucağında diz üstü bilgisayar, gözleri kızarmış, ağladığı duyulmasın diye elindeki mendilin içine doğru hıçkıran hali oldu.
Önce babama bir şey oldu sandım. Kan yavaştan beynime yürüyünce ve idrak yollarım açıldıkça babama bir şey olmuş olsa annemin önce dizüstü bilgisayara sarılmayacağını akıl edebildim.
“Ne oldu?” diye sorabildim sonunda.
8” dedi.
“Ne 8?”
“8 kişi ölmüş. Teröristler öldürmüş yine…”
Ve o an anladım.

Dokuz-on yıl kadar önceydi. Büyüdüğüm ve annemle babamın hala oturdukları evin üst katında bir anne ve oğul otururlardı. Çok yakın görüştüğümüz komşularımız; Ayten Teyze ve oğlu Mıstık. Mıstık bizim evimizde büyüdü. Benden 8 yaş küçüktü. Kardeşim gibiydi. Babası o dört yaşındayken ölmüştü. Ona yetimliğini hissettirmemek için tüm apartman, en çok da babam seferber olmuştuk. Masmavi gözleri, kıvırcık ipek gibi saçları vardı Mıstık’ın. Okulda çok başarılı bir öğrenciydi. Uslu ve her zaman hep aklının bir yerinde yetimliği varmış gibi mahzun bakışlıydı. Hayatta en büyük aşkı Beşiktaş’tı. Babam onu maçlara götürür, toplar, formalar alırdı da Mıstık sevincinden havalara uçardı. Bu satırları yazmak öyle zor ki benim için şu anda arkadaşlar… (Kısa bir göz yaşarma molası)
Neyse… geldim…
Lisede bir kız arkadaşı oldu bizim Mıstık’ın; Ecenaz. Okuldan çıkıp el ele gelirler, kah bizde kah kendi evlerinde yemek yiyip ders çalışırlardı. Mıstık bazen herkesin onca ilgisinden ve onları görünce imalı imalı gülüşüp, Mıstık’a omuz atmasından bıkar “Ya Mine Abla yaaa ben kız arkadaşımla baş başa kalamayacak mıyım hiç yaaa” diye isyan ederdi bana. Para verip onları sinemaya ya da hamburgerciye gönderirdim bazen.
İlk girişinde kazandı üniversiteyi Mıstık. Mimarlık mühendislik fakültesine kaydını yaptırmaya yine cümbür cemaat gittik, göğsümüz kıvançla dolu. Babamın ben üniversiteyi kazandığımda öyle feryat figan etmediğini, annemin o kadar mutluluk gözyaşları dökmediğini rahatlıkla söyleyebilirim. Benim bile gözlerim dolmuştu geçici öğrenci kimlik kartını “bak bakalım bebek Mıstık abin artık nerede öğrenciymiş!” diye önüme attığında. “Ne abisi eşek sıpası!” diyip derhal evin salonunda güreşe yatırmıştım kendisini…
Offf… Ne zor bir yazı oldu bu…
Çok kibar, terbiyeli, ince düşünceli, sakin, yakışıklı ve olgun bir çocuktu her zaman. Onca alakaya, üzerine düşmeye tek bir gün şımardığını hatırlamıyorum. Ve onu tanıyıp da sevmeyen tek bir kişiyi de.
“Mine Abla ben Ecenaz’ı çok seviyorum” demişti bir gün balkonda otururken. “Evleneceğim onunla.”
“Mıstık sizin daha yaşınız çok genç ablacım ne evlenmesi” demiştim.
“Genç ama biliyorum ben… yani tarif etmesi zor ama o benim ilk kız arkadaşımdı, hayatımda ondan başka kimsenin olamayacağını hissediyorum…”
Ah yavrum benim… hislerinde haklıydı.
“Şimdi ciddi bir hareket etmek için belki erken ama hiç değilse bir yüzük taksam diyorum? Annemlere söylesek hemen ortalığı velveleye verir gidip kızı istemeye kalkarlar. Ama sen tak canım ne olacak dersen içim rahat eder…”
“Nasıl yüzük?”
“Bilmem, ince, zarif bir şey.”
Kıyamamıştım. Kalktık o gün kuyumcuya gittik incecik beyaz altından iki halka aldık Mıstık’la Ecenaz’a. “Benim size hediyem olsun” demiştim.
Mezun olur olmaz “ben askere gideceğim” dedi. Annesiyle annem ağlayıp sızlandı, oğlum yüksek lisans yap, yurt dışına git, az biraz ertele dediler. Mıstık katiyen kabul etmedi. Babası yerine koyduğu babamın duruşu vardı o halinde; “Gidip aslanlar gibi ödeyeceğim vatan borcumu, bu namustur” dedi. Sağdan soldan “aman torpil yapalım yakın yere aldıralım” tekliflerini sert bir şekilde reddetti; “Ben iyi aile çocuğuyum da oralara gidenler onun bunun çocuğu mu? Hayır efendim bu bir hakarettir, nerede ihtiyaç varsa oraya giderim!” diye diretti.
Kınayla, davulla, zurnayla uğurladık mahzun yüzlümüzü… Yiğit, şerefli bir Türk genciydi Mıstık.
Ve sonra Şırnak’tan geldi cenazesi yavrumuzun… Türk bayrağına sarılıydı tabutu… Babam tam bir yıl balkonumuzdaki bayrağı indirmedi. Annem bir daha asla çiğ börekle, elmalı pasta yapmadı.
Ve biz her şehit haberinde tüm kınalı kuzularla birlikte bir Fatiha da Mıstık’ımıza göndeririz… Babam uzaklara dalar gider… Annem tüm gün gözyaşı döker… Mıstık’ın anasını ise hiç söylemeyim…
Ecenaz hala arar bizi arada sırada… evlenmedi…

6 Ağustos 2012 Pazartesi

Sürpriiiz !



Acaip bir hafta sonuydu. Önce tansiyonum deniz seviyesine doğru inişe geçti. Bazen üst üste uykusuz kaldığım ve yorulduğum günlerden sonra dünyanın hangi kara parçasında olduğumdan bağımsız bir şekilde yapar böyle. İki seksen serer beni aşağı.
Cumartesi sabahı tam da bu şekilde uzanmış bir yandan Müjde’nin Necibe’nin kahvaltısına nezaret edişine nezaret ederken diğer yandan da internetten dizi izliyordum. İçimden tam da “bıraksalar da iftara kadar uyusam ben” diye geçirirken kapı çaldı. Müjde gözüne araba farı tutulmuş tavşan gibi donup kaldı. Necibe deseniz oralı bile değil. Bin bir zahmetle söylenerek kalktım yattığım yerden, “Tonton teyzedir” diyerek kapıya seyirttim. Açmamla şoklardan şok beğendim kendime.
“Anne! Baba!”
“Sürpriiiiiz!!”
Sevindim tabi onları karşımda görünce. Ne zamandır gelmiyorlardı.
“Hangi rüzgar attı sizi böyle? Neden haber vermediniz?”
“Sen yorulma diye baban bilhassa aratmadı.”
Babam benim yaa..!
Ben evden ayrıldıktan sonra omuzlarındaki büyük bir yük kalkmış gibi hızla yeni durumlarına adapte olup çılgınca gezmeye başladılar. İnsan biraz “boş yuva” sendromuna tutulur, yavrularım uçtu gitti biz şimdi ne yapacağız diye dertlenir değil mi? Nerdeee? Anadolu’da gezmedik yer bırakmadıkları gibi şimdi ufak ufak Balkan’lardan doğru Avrupa’ya açılıyorlar.
İçeriye girdiklerinden sonrası tam bir curcuna.
Yaşadığım muhite, apartmana oldum olası ısınamadılar. “Evladım neden varlık içinde yokluk çekiyorsun” deyip durdular ama akşam olup da manzaramı her görüşlerinde ertesi sabah kaldıkları yerden devam etmek üzere susmayı da bildiler. Zamanla alıştılar.
Necibe’yi önceden az çok bilirler zaten. Ama Müjde tam anlamıyla günün sürprizi oldu onlar için. Usulünce anlattım durumunu. Babam her ne kadar “tasvip etmem takdir edersin ki pek kolay değil Mine” dediyse de iftara doğru annem Müjde’ye içli köfte yapmayı öğretirken mutfaktan gelen sesler pek keyifliydi. “Ayol bu ne yetenekli! Hemen yapıverdi görüyor musun? Mine’ye yapmadığım tehdit uygulamadığım işkence kalmadı daha bir tane uzay mekiğine benzemeyenini yaptıramadım !!! A-ha-ha-hahhhaaa!”
Tabi bu kadar yemekler sofralar olunca içimize sinmedi Müdananım’ı da çağırdık. Telefonu kapatmamla gelmesi on dakikayı buldu bulmadı; “Aman efendiiiim kimler gelmiş kimler gelmiş, size elceğizlerimle yaptığım su böreği getirdim, vallahi daha bu sabah açtım” diye girdi içeri. Müdananım’ın özellikle babama olan hayranlığı, ilgisi alakası bir başkadır. Annem de görür hiç ses etmez. Makul ve akıllı kadındır annem. Bilir ömrünce babam gibi eğitimli, nezaketli bir erkekle karşılaşamamış bu kadının babama bakınca ne gördüğünü.
Onları görünce benim de keyfim yerine geldi; tansiyonum düzelir gibi oldu. Birkaç gün daha buradalar…
Gelişmelerle karşınızda oliciiz …