23 Haziran 2012 Cumartesi

Aşklar Meşkler II


Herkese merhaba !!
Biraz heyecan var bünyede…
Şu anda web sitemde bulunuyorsunuz. Gayrı artık şu alemde benim de bir kurulu sitem var.
Bu işlerden anlayan arkadaşların öneri ve yönlendirmeleri ile kalkıştım bu işe. Böyle olursa daha iyi olur dediler. Ben de bir bildikleri vardır diyerek laf dinledim.
Gelişmelerden haberdar olmak için beni izleyiniz…

En son şu aşk meşk dalgalarında, gönül işlerinde kalmıştık. Dikkatimi çekiyor, bu mevzu pek çoğumuzun yumuşak karnı. Çünkü devamını oku

22 Haziran 2012 Cuma

Yeni adresim

Arkadaşlar yeni blog yazılarım için www.kimdeli.com 'a bekliyorum sizleri...
Görüş ve önerileriniz benim için çok değerli...
E-posta ile takip edebilirsiniz
Görüşmek üzere...

Taşınıyoruzz !!

Sevgili Blogger ahalisi, tahmininizden de yakın bir tarihte sanal alemdeki  yeni adresimize taşınıyoruz, hepinizi bekliyorum :)))

21 Haziran 2012 Perşembe

Facebook sayfam

http://www.facebook.com/pages/Deli-M%C4%B0ne/300141963415897

Aşklar Meşkler


Sıcaklar bende hararet yapıyor.
Motorun su kaynatmaya başlayacağını sezdiğim an kırmızı leğenimi, buzdolabında bunun için beklettiğim büyük bir şişe suyu ve bolca buz küpünü bir araya getirip Müdanaanım’la bana “krize müdahale” ortamı hazırlıyoruz.
Çoğu kez masa başında görmem hastalarımı. Karşılıklı koltuklara oturmayı tercih ederim. Masa ister istemez bir mesafe ve “sınır” çağrışımına yol açıyor. Belirli durumlar dışında arkasına geçmek pek akıl harcı değil benim açımdan.
Fakat bu sıcaklarda hastanın karşısındaki berjere kurulup ayaklarımı leğene sallayamayacağıma göre, masanın arkasında oturup, leğeni de görüşme sırasında ayaklarımı şıpırdatmamaya çalışarak “acil tedbir” olarak devreye sokabiliyorum.
Gönül isterdi ki bir su küvetinin içinde oturarak görüşme yapabileyim, ama işte…
Geçen gün tam Mızıka Hanım çıktıktan sonraki seans bir başka kadın hastayı kabul ettim. Bazen tesadüfler öyle ardı ardına dizilir ki, sürekli semadan mesajlar bekleyen biri olsam kolaylıkla “seçilmiş” olduğuma inanabilirdim.

Çok hoş ve havalı bir hanımdı Begonvil. İki çocuk doğurmuş bir kadından çok, daha geçen yıl Best Model’a katılmış gibi bir hali olan hatları özenle çizilmiş gibi bir vücudu ve uzun çok güzel sarı saçları vardı.
Güzel olan insanlar doğuştan bazı avantajlara sahiptir. Begonvil de tüm bunlara ve sanırım çok daha fazlasına ömrü boyunca sahip olmuştur.
“İki güzel, akıllı oğlum var Minaanım, birisi 3 yaşından bu yana piyano çalıyor, diğeri de onun küçüğü, şimdi 5 yaşında ve bu yıl tenise başladı, sanırım profesyonel olacak, hocaları müthiş bir yetenek gördüler onda.”
Gördünüz mü?
Şans öyle bir şeydir ki, tek gözenekten girmez insanın hayatına. Ben hep öyle olduğuna inanmışımdır. Bir insan şanslıysa her konuda öyledir.
Belki de değildir ama bu benim sorunum değil zaten.
Mızıka Hanım ne kadar kendisiyle duyguları arasında tuğladan bir duvar örmüş ve duvarı sıvayıp, boyayıp üzerine kendi kendisine verdiği hayali plaket ve madalyaları asmışsa ve bir kadın olarak değil, artık nasıl mümkün olabileceğini düşünüyorsa, kadınlığından sıyrılmış bir anne veya herhangi bir toplumsal figür olarak geçip suyun başını tutmuşsa, bu kadın da ondan o kadar farklıydı.
Bir spektrumun iki ucu gibi düşünün.
Begonvil daha odadan içeri adımını atarken, sanki üzerindeki şifon tulumun paçalarından yere östrojen damlıyordu. Bunu seksapel anlamında söylemiyorum bu arada… Kadınsılık falan… Anladınız işte…
“Büyük bir çıkmazdayım Minaanım, artık bir şey yapmam, bir karar vermem gerekiyor ama yapamıyorum. Uykularım tamamen düzensizleşti, iştahımı kaybettim, kendimi sürekli yorgun ve bitkin hissediyorum. Daha önce depresif bir atak geçirmiştim ve 2 yıl antidepresan kullanmıştım. Tekrar öyle olmaktan, yataktan çıkamayacak hale gelmekten korkuyorum, bana yardım edin.”
Pek çok kadın gibi ne kadar duygularının farkında, sezgileri belli ki güçlü ve pasif olarak beklemek yerine sokağa çıkıp bir çare arayışına girmiş diye düşündüm.
Literatürde hemen her toplumda kadınlarda depresyon görülme oranı erkeklerden fazladır. Bazı şuursuzlar bunu kadınların zayıf ve duygusal oluşlarıyla aynı cümlede geçirme hatasına sıklıkla düşerler. Oysa kadınları “güçlü” ve “mücadeleci” yapan belki de depresyonun kendisidir.
Kimse bu tarafından bakmaz olaya. Ezberci eğitim sistemlerinin lapacı mahsulleri…
“Belki de beni ayıplayacaksınız, ne kadar ahlaksız ve kadir kıymet bilmez bir kadın olduğumu düşüneceksiniz ama… yani nasıl desem… Minaanım beni anlamanızı beklemiyorum ve benim uzun süredir hayatımdan eşimden bir başkası var ve ne yaptıysam ne denediysem başaramadım, ondan ayrılamadım…”
Göz yaşları yanaklarından sicim gibi dökülmeye başladı birden.
“Ona büyük bir aşkla bağlıyım ve kaç kere karar verip artık yuvama, çocuklarıma, eşime aitim dediysem de olmadı, yapamadım…”
“Önce bir konuda anlaşalım Begonvil Hanım, lütfen benim adıma düşünüp, benim gözlerimden kendinize bakmaya çalışmayın, sizi benim gözlerimle görme işini bana bırakın ve kendinize odaklanın, yeterince sıkıntınız var gibi duruyor.”
Ne demek istediğimi hemen anladı. “Tamam” der gibi başını salladı.
“Şimdi söyleyin, ben size nasıl yardım edebilirim?”
Sanırım asıl istediği de benim ona nasıl yardım edebileceğime verecek bir cevabının olmasıydı.

Aşk… İçinde bir gezegenin var oluşunu tek başına taşıyan üç harfli sözcük… hormonal tutkuların güzellemesi… kavuşamamanın yüceltilmesi… ebedi acı çekme ihtiyacının yer değiştirmesi…
Ah Freud ah…

-devam edecek.


20 Haziran 2012 Çarşamba

Mızıka Hanım II


Pasif agresyon nedir bilir misiniz sevgili blogger ahalisi?
Pek çoğunuz biliyordur illa ki ama ben size bir bağlam belirteyim…
Şimdi öncelikle kocası tarafından ihanete uğradığını bilen bir kadını ele alalım. Ki bu durumda size geçenlerde bahsettiğim Mızıka Hanım pek isabetli bir örnektir.
Bu kadın kocasının gelip geçici, örneğin tek gecelik, bir ilişki değil bir süredir sürekli olarak bir başka kadınla yatağını, ve muhtemelen kalbini de, paylaştığını biliyor.
Beni başından beri okuyan arkadaşlarım bilirler ben “normalde” ve benzeri genel geçer yaygın kabullere, zaman zarflarına falan pek öyle pabuç bırakmam. O yüzden size normalde böyle bir kadın şöyle hissederdi böyle hissederdi edebiyatı yapmayacağım.
Her davranış kişiye özeldir. Sınıflandırma ve tanılandırma sistemlerinin canı cehenneme…
Benzer bir durumda bir kadın;
-kıskançlık krizine gidebilir
-boşanma davası açabilir
-intikam almaya çalışabilir
-o kadar kalbi kırılır ve çaresizlik hisseder ki depresyona girebilir
-hır çıkarıp adama dünyayı dar edebilir
-“aman ben de kurtuldum geceleri yanaşmasından” diye rahatlayabilir
-hafiye tutup adamı ve kadını izlettirebilir
-hasta rolüne bürünüp kocasından ilgiyi bu sayede elde etmeye çalışabilir
Falan filan…
Peki Mızıka Hanım ne yapıyor?
Durumu sükunetle karşılıyor ve yuvasını korumak için (o böyle söylüyor) mantıklı hareket etme yolunu seçiyor.
Böyle bakınca kulağa ne kadar anaç geliyor değil mi?

-Bence anaçlık tavuklara yakışır.-

Kadını iki kolundan tutup, kafa travması geçirmesine 10 saniye kalana dek sarsmak istediğimi söylesem şaşırmazsınız herhalde: Duyguların nerede be kadın!!!
Duyguların nerede ?!?!
Akıl verecekmişim de yuvası dağılmayacakmış!
Pasif agresyonun kitabını yazıyor hatun. Durumu sabır ve anlayışla karşılayacak, adam eğer ki herhangi bir sebepten ilişkisini bitirip ona dönerse de bunun acısını fitil fitil getirecek burnundan. Kaprisler, ayak diremeler, laf sokmalar ve bir sürü tiksinç nevrotik edalarla pasif görünerek agresif hislerini dolaylı olarak doyuracak.
Bazı adamlar ve bazı kadınlar bu döngüyü severler hem biliyor musunuz? Tencere ve kapak gibidirler.
Biri aldatır sonra geri döner, diğeri affeder ama etmediğini bırakmaz, biri onun gönlünü kazanmaya çalışır, diğeri nazlanır da nazlanır, diğeri amacına ulaşınca tekrar avlanmaya çıkar, diğeri yine kahırlı ve yüreği geniş Anadolu kadını pozlarına bürünür…

Kadına yönelik pek çok şiddet vakasında da bu tabloya rastlamak mümkündür. Bunu duymak hoşunuza gitmedi biliyorum, ama hisleriniz gerçekleri değiştirmez.






19 Haziran 2012 Salı

Başımız sağolsun...

Dağlıca'da hayatını kaybeden 8 şehidimize Allah'tan rahmet, acılı ailelerine ve Türk milletine baş sağlığı diliyorum. Blog yazılarıma bir günlük ara veriyorum.

18 Haziran 2012 Pazartesi

Mızıka Hanım


“Yani lütfen söyler misiniz ben bu aldatılmayı hak edecek ne yapmış olabilirim Minaanım?”
“……………….”
“Hayır yani gördüm diğer kadını da! İnanın, bakın size yemin ediyorum, yani kendimi övmek falan istemiyorum ama, ne benden güzel ne uzun boylu, sıradan, gösterişsiz bir kadın!”
“………………..”
“Bir erkek eğer ki karısını aldatacaksa ne bileyim en azından attığı taş ürküttüğü kurbağaya değmeli değil mi?”
“………………..”
“İnsan daha güzeli, daha iyisi, daha zengini falan için aldatır eşini. Yani tek gecelik falan olsa hadi diyeceğim içmiştir, kafa olmuştur bir milyon, kadın gözüne Tansu Çiller gibi görünmüştür…”
“Kim gibi?”
“Tansu Çiller, hani başbakan vardı ya?”
(Biliyorum kim olduğunu! Tövbe estağfurullah fanteziye bak…)
Devam etti;
“Yani saçaklı, paçoz bir kadın, size yemin ediyorum üzerinde sosyete pazarından alınmış dökük dökük kıyafetler, ayakları falan pedikürsüz, yüzü makyajsız… Hayır gerçi diyeceksiniz ki senden güzel olsa rahat mı edecektin? Hayır! Kesinlikle! Ama yani böyle bir kadın benim veremediğim ne verebilir kocama?”
“Bunu bana sormanız ilginç oldu.”
“?????”
Öyle bakıştık iki-üç dakika kadar.
“Aslında eşime de sormayı düşünüyorum.”
(Bravo!)
“Ama yani fevri bir cümle kurmak ve zaten onun da aradığı bahaneyi verip, çekip kapıyı çıkmasına sebebiyet vermek de istemiyorum. Sakin olmalı ve düşünerek hareket etmeliyim değil mi? Zaten size de apar topar gelişimin sebebi bu. Nolursunuz bana bir akıl verin ben şimdi ne yapayım?”
“Bunu da bana sormanız ilginç.”
“Hayır yani Minaanım aldatılan bir eş olarak her halükarda ben haklıyım ama yuvamın selametini, çocuklarımın mutluluğunu da düşünmek zorundayım. O yüzden acımı kalbime gömüp mantıklı hareket etmek durumundayım siz de takdir edersiniz ki.”
(Ben pek takdir etmedim. Yüzümden bunu anlamış olsa gerek.)
Bu hanımla ilgili düşüncelerimi ve görüşmenin nasıl bağlanacağını bir sonraki yazıda ele alacağım ama ondan önce size sormak istediğim bir şey var:
Hoşlandınız mı bu kadından? Tepkisi hakkında ne düşünüyorsunuz?

-devam edecek-

En sevdiğim organım belki de hormonlarım


Belki de bir kadın en çok çocuklarının babası olarak görmek istediği adamı sever ömrü hayatında. Belki değil aslında rahmetli Schophenhauer bunu kaç yüz yıl önce söylemiş. Demiş ki aşk aslında görür görmez başlayan ve organizmanın, kendisiyle birleşince en uygun çocukların meydana geleceğini düşündüğü kişiye karşı hissedilen, nesillerin devamlılığı için gerekli olan bir duygudur.
Bu görüşü apır sapır laflarını anlamakta son derece zorlandığım pek çok filozof arasında en anlaşılır ve en azından benim sezgi ve mantık silsileme uygun bir önerme olarak değerlendirmişimdir hep.
Yani bir adam görürsünüz ve ona aşık olma ihtimaliniz yüzde sıfırdır. Neden diye düşünmezsiniz. Sadece tipiniz değildir. Öyle der geçersiniz çoğu zaman. Schophenhauer’a göre o adamla sevişmek istemediğiniz ve kendi dna’nızla onun dna’sı birleşince ortaya tadından yenmez çocuklar çıkmayacağını kavradığınız için “o sizin tipiniz değildir.”
Ama başka bir adam görürsünüz ve tüm bünyeniz deli dana olmuş bir cumhurbaşkanlığı senfoni orkestrası gibi kendinden geçercesine performans sergilemeye başlar. Bu da hormonlarınız, sezgileriniz ve evrimsel aparatlarınızın “bu heriften tam da süper çocuk olur bunu kaçırma” deme şeklidir.
Tabi ondan çocuk sahibi olmak istemeniz gibi tamamen fizyolojik bir motivasyonun kendini gerçekleştirebilmesi için bir dolu toplumsal mekanizma üretimi aşamalardan geçmeniz gerekir. Yani bunu eleştirmek babında söylemiyorum. Gerçekten gereklidir bu. Her dibinizin düştüğü adamla tabiatta serbestçe salınan hayvanlar gibi çiftleşip, 9 ay sonra da yavrulayamazsınız. Kim demiş sosyalizasyonun gereksiz olduğunu? Pehhh!


17 Haziran 2012 Pazar

Anca yiyip içmeyi bilenlerdeniz evelallah

eskiden "yediğin içtiğin senin olsun gördüklerini anlat" diye hoş bir lakırdı vardı. dün düşündüm de artık gezip gördüklerimize dahil yediğimiz içtiğimiz. twitter'da facebook'ta, instagram'da bloglarımızda ve aklınıza gelen diğer sosyal medya ortamlarında sürekli yiyip içtiklerimizin resmini paylaşan bir kitle olduk biz Ya Rabbi!
bu iyi bir gidişat gibi gelmiyor bana deruni düşününce. neden mi? mesela bizim psikolojide pek çoğunuzun da bildiği ya da adını duyduğu Maslow diye bi rahmetli amca var. ihtiyaç piramidi oluşturup insan gereksinimlerini hiyerarşik olarak sıralamış. işte o piramdin en alt yani birinci düzeyde, hatta ilkel de diyebileceğimiz basamağında "yemek içmek", en üst katmanında ise sanat, kültürel faaliyet ve gezmeyi de içeren "kendini gerçekleştirme" var. şimdi konuya bu açıdan bakınca anlaşılan o ki karın doyurmanın ötesinde bir yeme içme motivasyonuna sahibiz pek çoğumuz. eğer ki art niyetli olsam yiyip içip bunları fotoğraflayarak kendimizi gerçekleştiriyoruz bile diyebilirdim, neyse ki son derece nezih bir yapıdayım... ya kendimizi nasıl gerçekleştireceğimizi bilmiyoruz ya da fena halde tüketim çarklarının dişlilerine nikahımızı kıymışız. ya da ne bileyim ben işte bi terslik var bunda... siz ne dersiniz?