Sıcaklar bende hararet yapıyor.
Motorun su kaynatmaya başlayacağını sezdiğim an kırmızı leğenimi,
buzdolabında bunun için beklettiğim büyük bir şişe suyu ve bolca buz küpünü bir
araya getirip Müdanaanım’la bana “krize müdahale” ortamı hazırlıyoruz.
Çoğu kez masa başında görmem hastalarımı. Karşılıklı koltuklara oturmayı
tercih ederim. Masa ister istemez bir mesafe ve “sınır” çağrışımına yol açıyor.
Belirli durumlar dışında arkasına geçmek pek akıl harcı değil benim açımdan.
Fakat bu sıcaklarda hastanın karşısındaki berjere kurulup ayaklarımı
leğene sallayamayacağıma göre, masanın arkasında oturup, leğeni de görüşme
sırasında ayaklarımı şıpırdatmamaya çalışarak “acil tedbir” olarak devreye
sokabiliyorum.
Gönül isterdi ki bir su küvetinin içinde oturarak görüşme yapabileyim,
ama işte…
Geçen gün tam Mızıka Hanım çıktıktan sonraki seans bir başka kadın
hastayı kabul ettim. Bazen tesadüfler öyle ardı ardına dizilir ki, sürekli
semadan mesajlar bekleyen biri olsam kolaylıkla “seçilmiş” olduğuma
inanabilirdim.
Çok hoş ve havalı bir hanımdı Begonvil. İki çocuk doğurmuş bir kadından
çok, daha geçen yıl Best Model’a katılmış gibi bir hali olan hatları özenle
çizilmiş gibi bir vücudu ve uzun çok güzel sarı saçları vardı.
Güzel olan insanlar doğuştan bazı avantajlara sahiptir. Begonvil de tüm
bunlara ve sanırım çok daha fazlasına ömrü boyunca sahip olmuştur.
“İki güzel, akıllı oğlum var Minaanım, birisi 3 yaşından bu yana piyano
çalıyor, diğeri de onun küçüğü, şimdi 5 yaşında ve bu yıl tenise başladı,
sanırım profesyonel olacak, hocaları müthiş bir yetenek gördüler onda.”
Gördünüz mü?
Şans öyle bir şeydir ki, tek gözenekten girmez insanın hayatına. Ben hep
öyle olduğuna inanmışımdır. Bir insan şanslıysa her konuda öyledir.
Belki de değildir ama bu benim sorunum değil zaten.
Mızıka Hanım ne kadar kendisiyle duyguları arasında tuğladan bir duvar
örmüş ve duvarı sıvayıp, boyayıp üzerine kendi kendisine verdiği hayali plaket ve
madalyaları asmışsa ve bir kadın olarak değil, artık nasıl mümkün olabileceğini
düşünüyorsa, kadınlığından sıyrılmış bir anne veya herhangi bir toplumsal figür
olarak geçip suyun başını tutmuşsa, bu kadın da ondan o kadar farklıydı.
Bir spektrumun iki ucu gibi düşünün.
Begonvil daha odadan içeri adımını atarken, sanki üzerindeki şifon
tulumun paçalarından yere östrojen damlıyordu. Bunu seksapel anlamında
söylemiyorum bu arada… Kadınsılık falan… Anladınız işte…
“Büyük bir çıkmazdayım Minaanım, artık bir şey yapmam, bir karar vermem
gerekiyor ama yapamıyorum. Uykularım tamamen düzensizleşti, iştahımı kaybettim,
kendimi sürekli yorgun ve bitkin hissediyorum. Daha önce depresif bir atak
geçirmiştim ve 2 yıl antidepresan kullanmıştım. Tekrar öyle olmaktan, yataktan
çıkamayacak hale gelmekten korkuyorum, bana yardım edin.”
Pek çok kadın gibi ne kadar duygularının farkında, sezgileri belli ki
güçlü ve pasif olarak beklemek yerine sokağa çıkıp bir çare arayışına girmiş
diye düşündüm.
Literatürde hemen her toplumda kadınlarda depresyon görülme oranı
erkeklerden fazladır. Bazı şuursuzlar bunu kadınların zayıf ve duygusal
oluşlarıyla aynı cümlede geçirme hatasına sıklıkla düşerler. Oysa kadınları
“güçlü” ve “mücadeleci” yapan belki de depresyonun kendisidir.
Kimse bu tarafından bakmaz olaya. Ezberci eğitim sistemlerinin lapacı
mahsulleri…
“Belki de beni ayıplayacaksınız, ne kadar ahlaksız ve kadir kıymet bilmez
bir kadın olduğumu düşüneceksiniz ama… yani nasıl desem… Minaanım beni
anlamanızı beklemiyorum ve benim uzun süredir hayatımdan eşimden bir başkası
var ve ne yaptıysam ne denediysem başaramadım, ondan ayrılamadım…”
Göz yaşları yanaklarından sicim gibi dökülmeye başladı birden.
“Ona büyük bir aşkla bağlıyım ve kaç kere karar verip artık yuvama,
çocuklarıma, eşime aitim dediysem de olmadı, yapamadım…”
“Önce bir konuda anlaşalım Begonvil Hanım, lütfen benim adıma düşünüp,
benim gözlerimden kendinize bakmaya çalışmayın, sizi benim gözlerimle görme
işini bana bırakın ve kendinize odaklanın, yeterince sıkıntınız var gibi
duruyor.”
Ne demek istediğimi hemen anladı. “Tamam” der gibi başını salladı.
“Şimdi söyleyin, ben size nasıl yardım edebilirim?”
Sanırım asıl istediği de benim ona nasıl yardım edebileceğime verecek bir
cevabının olmasıydı.
Aşk… İçinde bir gezegenin var oluşunu tek başına taşıyan üç harfli
sözcük… hormonal tutkuların güzellemesi… kavuşamamanın yüceltilmesi… ebedi acı
çekme ihtiyacının yer değiştirmesi…
Ah Freud ah…
-devam edecek.