Zordur bir kuru yaprak gibi kalabilmek hayatta. Kalanlara saygı
duyulmalıdır.
Kendi kararlarını alan ve karar alırken de kendisinden başkasına öncelik
vermeyenleri etiketlemeye bayılır kalabalıklar. Öyle tanımsız, belgisiz ve
özelliksiz “kalabalık” olarak anılmaya mahkumlardır tam da bu yüzden. Görünüşte
ne onlar senin onlara “kalabalık” demenden etkilenmiş görünürler ne de sen her
geçen gün onlara dahil ettiklerinin sayısının artmasının muhasebesinin peşine
düşersin. Kuru yapraksan, düşmezsin…
“Merhaba” dedi telefonun öbür tarafından bir ses. Tanıdık desem değil,
yabancı desem hiç değil. Öyle sıradan bir ses. Herkes gibi. Hiç kimseden
farksız. Ve asıl duymak istediğinkinden farklı. O değil. Başkası. O zaman yine “hiç
kimse”.
Gün boyu dahil edildiğim mahremiyetlere “anonim” kalarak tahammül
edebiliyorum. Köksüz ve bağsızı oynuyorum. Oynadıkça bürünüyorum. Büründükçe oluyorum.
Sonra birden pat diye bir telefon. Aradan geçen yılların haddi hesabı
yok. Bir insanı bir kez tanımış olmak kalan ömründe onu hep tanıyor olmayı ve
aradaki bu tanışıklık bağının hiç kopmayacağı anlamına neden gelsin ki?
Bazen hastalarım aralarında kan bağı olan ama onlara çok acı yaşatan insanlardan
bahsederken araya girer ve sorarım; “İyi de sana onu sevmek zorunda olduğunu
düşündüren şey ne?” Dünyanın en saçma sorusu gibi gelir kulağa ilk
duyulduğunda. Oysa hiç de öyle değildir. Söz konusu edimin öznesi, anne, baba,
evlat, kardeş, kuzen, hala, dayı vesaire olabilir. Gerçekten? Nedir onları
sevdiren? Anımsanan hoş anılar, üzerinizde boy attıkça serpilip filiz veren
emek, hak yoksa yani arada? Sırf kan bağı, sevgiyi neresinde saklayıp da sunar
insanlara? Bu mümkün müdür?
“Hatırlamadın mı beni?”
Hatırlamadım. Zorunda mıyım?
“Aşk olsun…”
Aşk olsa olurmuş zaten. Yok ki hatırlamadım. Tüm akrabaların, aile
fertlerinin, tanımamam durumunda mahcup olabileceğin dost ahbap çevresinin
sesini geçirdim sırayla zihnimden. Yok! Tanımıyorum Allah tanımıyorum.
“Yeni indim şehre. Dolaşırken seneler öncesine gittim. Sesini duymak
istedim.”
Sen şuna sap gibi kaldım akşam vakti şehrin ortasında, kimi aradıysam
tavlayamadım, bi’ de seni yoklayayım diye düşündüm desene! İlla bir
romantizasyon illa bir vıcıma!
Tanıdım tabi bu arada sesin sahibini. Seneler önce daha fazla duymasam da
olur diyerek, bir daha duymamaya karar verdiğim ve arkama bile bakmadan kapıyı
suratına çarpıp gittiğim, bundan da bir an olsun pişman olmadığım gibi, en
hassas ve dokunmatik anlarımda dahi aklıma getirmediğim o ses.
Yani aslında “hiç kimse!”
Müsait olmadığımı söyledim. Değilim de nitekim.
“Hala aksisin” diyor utanmadan.
“Sen de hala hırtsın!”
Ses yok…
Kapadım telefonu.
2 yorum:
Bende birsürü''Hırt''tanıyorum...Ve suratlarına 'hırt'olduklarını söylüyorum...Daha önce duymamışlar ''hırt'ı''...
çok iyi yapmışsın! hakkaten "hırt" mış:)
Yorum Gönder