13 Temmuz 2012 Cuma

Beatriz II


“İnsan aşkı neden hep arar biliyor musunuz Mine? Çünkü bir insan hiç aşık olmamışsa bile Yaradan’ın onu bu dünyaya göndermeden önce içinde bir yerlere gizlediği kendinden bir parça olduğunu bilir aşkın. Bu sanki içgüdü gibidir… Caretta kaplumbağalarının yumurtadan çıkıp hızlı hızlı denizi arayıp bulmaları gibi. Bunu bir yerlerde mi okumuştum yoksa ilk ben mi düşünmüştüm hatırlamıyorum şimdi… ah hafıza… biliyor musunuz ben hiç telefon defteri kullanmazdım… gördüğüm hiçbir yüzü, öğrendiğim hiçbir ismi unutmazdım… nereden nereye şimdi…”
Haksızlık ediyordu kendine. Bana geçmişten bahsederken cümlelerinde hiç hatırlayamamanın verdiği belirsizliğe, detaylardan yoksunluğa ve zaman diziminde çelişkiye rastlamadım. Ama zaten onun sorunu da budur. Her obsesif (takıntılı) gibi Beatriz de “mükemmeliyetçi”dir. Ve en ufak hatalar için bile kendisine karşı acımasızdır.
“Aşkı çirkinleştirdiler, içini boşalttılar ve anlamından sıyırdılar bu devirde artık Mine. Biliyor musun bir kez aşık olduysan, o aşka dair izler hep kalır insanın aklında. O aşkı hatırladıkça o duyguları, heyecanları o kendinden geçişi hatırladıkça tekrar can bulur içinde kuruyup öldü sandığın kökler. Çünkü bir başkasının varlığında eriyip onunla birlikte atan tek bir yürek olmak, insanın gerçek mayasının farkına varmasını sağlar. Nasıl ki hepimiz yüce Yaradan’ın bir parçasıyız ve aslında tek bir bütünün farklı tezahürleriyiz, işte aşık olunca bu vasfımızı hatırlar ve sadece bir insan yavrusu olarak bu dünyaya fırlatıp atılmadığımızı idrak ederiz.”
Bu aralar tasavvuf kitaplarını elinden düşürmüyor anladığınız üzere. Ama nereden esinlenmiş olursa olsun o böyle anlatırken kadife gibi ses tonunun da etkisiyle huzur doluyor insanın içine. Anlattıkları doğru olsun, dünya üzerinde geçen bunca yılın gerçekten de insana bir derinlik bir kavrayış verdiğine inansın istiyor.
“Sahne tozu yutmak ve aynı anda yüzlerce bazen binlerce insan tarafından alkışlanmak, o sevilme, senin yerinde ve senle bir olmak arzusu da bir tür aşktır Mine… ve ben o zamanlar bunu göremeyecek kadar kör, bu sevginin asıl kaynağını bunun müsebbibini anlayamayacak kadar aptaldım… ah ben nasıl… nasıl…”
Dantel beyaz eldivenleri ve terledikçe dudaklarının üzerini hafifçe bastırarak nemini aldığı ipek mendili koltuğun üzerinde, şapkasının hemen yanında zarifçe duruyordu. Havadaki neme tutunup kendisine daha da geniş bir yayılma alanı bulan Samsara’sı beni çepeçevre sarmıştı ve o konuşurken kelimelerini destekleyen pamuk gibi ellerinin ölçülü hareketleriyle adeta nostaljik bir film sahnesinde gibiydim…
Bu baştan ayağa hayal kahramanı gibi olan kadının evinde hijyenle ilgili çok katı kuralları, saymakla ilgili takıntıları ve sıkı, esneklik göstermeyen bir beslenme programı var. Ancak bunları büyük oranda kontrol edilebilir ve sosyal hayatını önemli bir aksaklık olmadan sürdürebilir hale getirdi. Mevcut durumda ona en acı veren derdi ise zamanında, sahnede şöhretten başı dönmüş haldeyken sık sık kullandığı “beni sizler var ettiniz” nidaları…
Kendisini bu yüzden affedemiyor…
Çok genel bir ifade olacak ama obsesif-kompulsif bozukluklarda ve bu tür kişiliklerde, mükemmeliyetçilik, siyah-beyaz düşünme alışkanlıkları, ya hep ya hiç tarzı ile birlikte derinlerde bir yerlerde çoğunlukla “kirli olma” ile özdeşleşen büyük ve saklı suçluluk duyguları ve yoğun pişmanlıklar yatar…
İçgörü ve farkındalık konusunda sıklıkla sorun yaşanır ve psikoterapi müdahaleleri de bu amaçlı olursa epey bir zamana yayılır…
Tıpkı Beatriz’de olduğu gibi…

Hiç yorum yok: