Beatriz adından da çağrışım yapabileceği gibi eski bir “artiz”.
(Bu arada hastalarımı istisnasız olarak takma isimle anıyorum, Beatriz,
Rapunzel, Keman, Kalem, Menekşe vb hepsi benim verdiğim isimler)
Bir ses ve sinema sanatçısı. Şimdilerde 60’lı yaşlarının ikinci yarısını sürüyor. Bir
dönemin sembol isimlerinden.
İlerleyen yaşında hala havalı, hoş ve bakımlı. Kendi dönemindeki bazı
meslektaşları gibi koyverip .öt göbek salmamış. Muntazam ve dik duruşlu bir
bedeni, her zaman makyajlı ve estetik operasyonlarla gergef olmamış doğal bir
yüzü ve düzenli olarak 42 senelik kuaförüne boyattığı pembe-gri saçları var.
“30 yıldır değiştirmedim” dediği Samsara kokar bütün ofis o geldiği
zamanlarda. Ve evet alışkanlıklarına sıkı sıkıya bağlıdır. Muntazaman
uyguladığı bir beslenme düzeni ve her gün aynı mesafede aynı tempoda ve günün
aynı saatlerinde yaptığı yürüyüşleri vardır. Yazın dantelli beyaz, kışın kadife
siyah eldivenler kullanır. Saçlarını özenle ensesinde topuz yapar ve çoğu zaman
karşımda İngiltere Elizabeth’i varmış hissine kapılmama yol açan zarif, kimi
tüllü kimi incili kimi sade şapkalar takar.
Giyim kuşamına bayılırım Beatriz’in. Aslına bakarsanız edalarına, tarzına
hayran olduğum nadir insanlardandır. Ve bunu ona söylemişliğim de vardır.
O kadar ağırbaşlıdır ve konuşmaları öyle ölçülü, cümleleri öyle kılı kırk yararak kurulmuştur ki bir terapist olarak “yüzleştirme” yapmakta en zorlandığım
hastalarımın başında gelir Beatriz.
Uzun zamandır gelir bana. Kuaförü 42 yıllık, parfümü 30 yıllık olan bir
kadının terapistinin 5 yıllık olması ise tamamen semavi nedenlerledir. Benden
önceki 21 yıllık benim de bir dönem kendisinden düzenli süpervizyon aldığım
terapisti hak vaki olup da terk-i diyar edince, onun övünmek gibi olmasın en
güvendiği ve umut vadeden genç meslektaşı olarak, bana gelmeye başladı.
Adını bilirdim ve kendisini önceden beri beğenirdim. Seve seve kabul
ettim haliyle.
Beatriz “Obsesif Kompulsif Bozukluk”tan muzdarip. Hem de senelerdir. Daha
önce duymamış olanınız varsa bu bir “takıntı” hastalığıdır.
Beatriz’in takıntıları da kendine özgüdür.
“İlk önce saymalarım başladı”, diye anlatmıştı bana. “Sürekli sayıyordum.
Her şeyi sayıyordum. Arabaları, askılardaki kıyafetleri, tezgahtaki domatesleri
ve bir süre sonra sürekli sayı sayarken buldum kendimi. Artık günlük hayatımı
sürdüremez hale gelmiştim ve rahmetli doktorcuğuma işte bu nedenle gitmiştim. O
zamanlar armatör olan ikinci kocamla evliydim. Sormuş soruşturmuş ve
memleketteki en iyi doktor olarak onun ismine ulaşmış, beni kendi elleriyle
götürmüştü. Ah Mine, nasıl zarif ve ince düşünceli bir adamdı bilseniz… Hala
sevgi ve büyük bir özlemle hatırlarım kendisini. Hatırası bende aziz ve
kıymetlidir…”
Dalar gider armatör olan ikinci kocasını düşünürken. ondan bahsederken gözleri dolar. Dışarıdan bakınca şöhret, lüks
ve sefahat içindeymiş gibi görünen hayatında tek mutlu olduğu dönemin onunla
birlikte olduğu üç yıl olduğunu söyler.
İlgi çekici, hemen herkesin bilmek, dinlemek ve filmi çekilse izlemek
isteyebileceği türden fakat son derce hüzünlü bir hayatı vardır Beatriz’in.
“Bu takıntılarım sayesinde belki de ömrümde hiç çocuk sahibi olamadığıma
efkarlanıp, bunun yasını tutamadım” şeklinde çok da isabetli bir tespiti
vardır.
Konuşan bir hayat ansiklopedisi gibidir. Sezgilerini ve deneyimlerini ustalıkla kullanarak ve harmanlayarak, kısa cümlelerle
karşısındakine yorumlar. Akıl ya da öğüt vermek için değil, gölgesinden herkes
yararlansın isteyen kocaman bir çınardır Beatriz.
Önce sayarak başlayan takıntıları zaman içinde kısmen yer değiştirerek ve şiddeti farklılaşarak varlığını hep sürdürmüş.
Saymış, sonra belli hareketleri sayarak yapmaya başlamış, sayarak anahtar
çevirmiş, sayarak el sabunlamış, sayarak banyoda su dökünmüş, sonra kirli olma
hissi devam etmiş uzun süre, bir türlü temiz olmaya ikna olmamış, ardından ve
aralıklı olarak simetri, düzen, sıralama türü takıntılar baş göstermiş.
Çoğu zaman ilaç tedavisi ve psikoterapiyi bir arada görmüş. Kimi zaman
neredeyse iyileştim dedirtecek kadar gerilemiş hastalığı kimi zaman yataktan
çıkamayacak, yorganı kafasından kaldıramayacak kadar şiddetlenmiş.
Şaşaalı bir hayatın bedelini ağır olarak ödediğine inanır ve işin belki
de ilginç yanı “buna değer miydi” sorusuna pek kolay yanıt veremez.
Bu sıralar “düşüncelerle” başı dertte.
İçinde bulunduğu yaş döneminin de bir getirisi olarak, hayatının tamamını ve yaklaşan ölümü
içten içe sorguluyor olduğunu düşünüyorum. Buna paralel olarak da derin ve
manidar çatışmalar yaşıyor.
“Mine bilirsiniz biz san’atçıların yapmakla mükellef olduğumuz
zaruriyetlerimiz vardır. Örneğin bir sahneye çıkmadan önce her şeyin dört
dörtlük olabilmesi için çok iyi bir ekip ve ince eleyip sık dokuyan, her detayı
kendisi düşünen bir yıldız gereklidir. Tüm hayatını düzenli ve dikkatli yaşamak, kendisine iyi bakmak zorundadır. Ancak bu şekilde mükemmelliğe yaklaşılabilir. Ben hep
hayranlarımı önemsedim ve yediğim ekmeğe, içtiğim suya saygı duyar gibi saydım,
hürmet ettim. Ve zaman zaman alkış kıyamet kopup da karşımdaki kitleyle bir
vecd hali yaşadığım anlarda, bak şimdi söylerken nasıl mahcubum bilseniz, ah
nasıl mahcubum… derdim ki, -beni sizler yarattınız-… Ah Mine ızdırabımı
bilemezsiniz. Ben bu cümleleri nasıl kurabildim… Nasıl telaffuz ettim… Şirke bulandım
ve günahkarım… Artık gece gündüz, uyumadığım her an bununla meşgul zihnim… Ben
bunları nasıl söyledim…”
Evet buyurunuz buradan yakınız…
-devam edecek-
1 yorum:
bloguna resimlere yazilara bayildim
hersey cok guzel
takipteyim, banada beklerim
http://tatlikiraz.blogspot.nl/
Yorum Gönder