15 Haziran 2012 Cuma

Beatriz


Beatriz adından da çağrışım yapabileceği gibi eski bir “artiz”.

(Bu arada hastalarımı istisnasız olarak takma isimle anıyorum, Beatriz, Rapunzel, Keman, Kalem, Menekşe vb hepsi benim verdiğim isimler)

Bir ses ve sinema sanatçısı. Şimdilerde 60’lı yaşlarının ikinci yarısını sürüyor. Bir dönemin sembol isimlerinden.
İlerleyen yaşında hala havalı, hoş ve bakımlı. Kendi dönemindeki bazı meslektaşları gibi koyverip .öt göbek salmamış. Muntazam ve dik duruşlu bir bedeni, her zaman makyajlı ve estetik operasyonlarla gergef olmamış doğal bir yüzü ve düzenli olarak 42 senelik kuaförüne boyattığı pembe-gri saçları var.
“30 yıldır değiştirmedim” dediği Samsara kokar bütün ofis o geldiği zamanlarda. Ve evet alışkanlıklarına sıkı sıkıya bağlıdır. Muntazaman uyguladığı bir beslenme düzeni ve her gün aynı mesafede aynı tempoda ve günün aynı saatlerinde yaptığı yürüyüşleri vardır. Yazın dantelli beyaz, kışın kadife siyah eldivenler kullanır. Saçlarını özenle ensesinde topuz yapar ve çoğu zaman karşımda İngiltere Elizabeth’i varmış hissine kapılmama yol açan zarif, kimi tüllü kimi incili kimi sade şapkalar takar.
Giyim kuşamına bayılırım Beatriz’in. Aslına bakarsanız edalarına, tarzına hayran olduğum nadir insanlardandır. Ve bunu ona söylemişliğim de vardır.
O kadar ağırbaşlıdır ve konuşmaları öyle ölçülü, cümleleri öyle kılı kırk yararak kurulmuştur ki bir terapist olarak “yüzleştirme” yapmakta en zorlandığım hastalarımın başında gelir Beatriz.
Uzun zamandır gelir bana. Kuaförü 42 yıllık, parfümü 30 yıllık olan bir kadının terapistinin 5 yıllık olması ise tamamen semavi nedenlerledir. Benden önceki 21 yıllık benim de bir dönem kendisinden düzenli süpervizyon aldığım terapisti hak vaki olup da terk-i diyar edince, onun övünmek gibi olmasın en güvendiği ve umut vadeden genç meslektaşı olarak, bana gelmeye başladı.
Adını bilirdim ve kendisini önceden beri beğenirdim. Seve seve kabul ettim haliyle.
Beatriz “Obsesif Kompulsif Bozukluk”tan muzdarip. Hem de senelerdir. Daha önce duymamış olanınız varsa bu bir “takıntı” hastalığıdır.
Beatriz’in takıntıları da kendine özgüdür.
“İlk önce saymalarım başladı”, diye anlatmıştı bana. “Sürekli sayıyordum. Her şeyi sayıyordum. Arabaları, askılardaki kıyafetleri, tezgahtaki domatesleri ve bir süre sonra sürekli sayı sayarken buldum kendimi. Artık günlük hayatımı sürdüremez hale gelmiştim ve rahmetli doktorcuğuma işte bu nedenle gitmiştim. O zamanlar armatör olan ikinci kocamla evliydim. Sormuş soruşturmuş ve memleketteki en iyi doktor olarak onun ismine ulaşmış, beni kendi elleriyle götürmüştü. Ah Mine, nasıl zarif ve ince düşünceli bir adamdı bilseniz… Hala sevgi ve büyük bir özlemle hatırlarım kendisini. Hatırası bende aziz ve kıymetlidir…”
Dalar gider armatör olan ikinci kocasını düşünürken. ondan bahsederken gözleri dolar. Dışarıdan bakınca şöhret, lüks ve sefahat içindeymiş gibi görünen hayatında tek mutlu olduğu dönemin onunla birlikte olduğu üç yıl olduğunu söyler.
İlgi çekici, hemen herkesin bilmek, dinlemek ve filmi çekilse izlemek isteyebileceği türden fakat son derce hüzünlü bir hayatı vardır Beatriz’in.
“Bu takıntılarım sayesinde belki de ömrümde hiç çocuk sahibi olamadığıma efkarlanıp, bunun yasını tutamadım” şeklinde çok da isabetli bir tespiti vardır.
Konuşan bir hayat ansiklopedisi gibidir. Sezgilerini ve deneyimlerini ustalıkla kullanarak ve harmanlayarak, kısa cümlelerle karşısındakine yorumlar. Akıl ya da öğüt vermek için değil, gölgesinden herkes yararlansın isteyen kocaman bir çınardır Beatriz.
Önce sayarak başlayan takıntıları zaman içinde kısmen yer değiştirerek ve  şiddeti farklılaşarak varlığını hep sürdürmüş.
Saymış, sonra belli hareketleri sayarak yapmaya başlamış, sayarak anahtar çevirmiş, sayarak el sabunlamış, sayarak banyoda su dökünmüş, sonra kirli olma hissi devam etmiş uzun süre, bir türlü temiz olmaya ikna olmamış, ardından ve aralıklı olarak simetri, düzen, sıralama türü takıntılar baş göstermiş.
Çoğu zaman ilaç tedavisi ve psikoterapiyi bir arada görmüş. Kimi zaman neredeyse iyileştim dedirtecek kadar gerilemiş hastalığı kimi zaman yataktan çıkamayacak, yorganı kafasından kaldıramayacak kadar şiddetlenmiş.
Şaşaalı bir hayatın bedelini ağır olarak ödediğine inanır ve işin belki de ilginç yanı “buna değer miydi” sorusuna pek kolay yanıt veremez.
Bu sıralar “düşüncelerle” başı dertte.
İçinde bulunduğu yaş döneminin de bir getirisi olarak, hayatının tamamını ve yaklaşan ölümü içten içe sorguluyor olduğunu düşünüyorum. Buna paralel olarak da derin ve manidar çatışmalar yaşıyor.
“Mine bilirsiniz biz san’atçıların yapmakla mükellef olduğumuz zaruriyetlerimiz vardır. Örneğin bir sahneye çıkmadan önce her şeyin dört dörtlük olabilmesi için çok iyi bir ekip ve ince eleyip sık dokuyan, her detayı kendisi düşünen bir yıldız gereklidir. Tüm hayatını düzenli ve dikkatli yaşamak, kendisine iyi bakmak zorundadır. Ancak bu şekilde mükemmelliğe yaklaşılabilir. Ben hep hayranlarımı önemsedim ve yediğim ekmeğe, içtiğim suya saygı duyar gibi saydım, hürmet ettim. Ve zaman zaman alkış kıyamet kopup da karşımdaki kitleyle bir vecd hali yaşadığım anlarda, bak şimdi söylerken nasıl mahcubum bilseniz, ah nasıl mahcubum… derdim ki, -beni sizler yarattınız-… Ah Mine ızdırabımı bilemezsiniz. Ben bu cümleleri nasıl kurabildim… Nasıl telaffuz ettim… Şirke bulandım ve günahkarım… Artık gece gündüz, uyumadığım her an bununla meşgul zihnim… Ben bunları nasıl söyledim…”

Evet buyurunuz buradan yakınız…

-devam edecek-


1 yorum:

Tatlı Kiraz dedi ki...

bloguna resimlere yazilara bayildim
hersey cok guzel
takipteyim, banada beklerim
http://tatlikiraz.blogspot.nl/