22 Mayıs 2012 Salı

Salı-Akşam


Bilmem inanır mısınız kemiklerim sızlıyor ?
Acaba fiziksel kuvvet gerektiren bir mesleğim olsa halim nice olurmuş?
Yorgunluk insani ve arkaik bir oluş hali. Dinlenmeyi güzel kılıyor. Hatta öyle ki fena halde yorası geliyor insanın bazen kendini doya doya dinlenebilmek için.
Erken sayılabilecek bir saatte geldim eve. Timur her zamanki gibi pencerenin önünde dışarıdan yükselen restoran kokusuna karşı keyifle kuyruk sallıyor. Çünkü birazdan aşağıdan zilimiz çalacak ve upuzun bir çamaşır ipiyle sarkıtacağımız sepetimizle hem bana hem de Timur’a köfte ve tavuk kanatları gelecek. Hemen her akşam aynı saatlerde çalar kapı. Eğer evdeysem sallarım sepeti. Değilsem Timur kendi kendini yalamaya devam eder.
Geçen yıl restoran sahibi ile bazı kiracılar arasında ciddi ve silahların ortaya çıktığı bir tartışma yaşandı. Sebep o kadar saçmaydı ki şimdi tam olarak hatırlamıyorum bile. Bir saate yakın hepsini toplayıp bir nutuk çekmiş ve kiracıları ikna etmiştim. Galiba restoran sahibi haklıydı. Otopark ve çöplerle ilgili bir konu gibi kalmış aklımda. Neyse efendim, bazı mesleki “telkin” kalıplarını da kullanarak ortalığı süt limana çevirmiştim. O zamandan beri vaziyet budur. Önceleri ne kadar yok, olmaz desem de Diyarbakırlı bir restoran sahibinin ne kadar ısrarcı (!) olabileceğini anlatsam inanmazsınız. “Hocam sen bu paketi almazsan getirir kapına koyarım, bir koyarım, iki koyarım, üçüncüde artık bunu hakaret sayarım.” Yeterince ikna ediciydi.
Evlere şenlik bir de hanımı var! Üçüncü. Yanlış anlamayın üç numara değil, resmi nikahlı üçüncü eşi ve yaklaşık olarak kendisinden yirmi yaş kadar küçük. Bana terapiye gönderiyor. Başlı başına bir alemler, şimdi iki üç cümleyle geçiştirilecek gibi değil… Belki sonra.
Bugün Kalecik karası bana hafif gelecek hissiyatıyla Boğazkere/Öküzgözü açtım. Şerefinize…
Aslına bakarsanız, görüşmeler bittikten sonra nadiren bir hasta aklıma gelir bir sonraki görüşmesinin olduğu gün listede adını görene kadar. Bunu kesinlikle umursamazlık olarak yorumlamayınız rica ederim. Hayatımı sürdürebilmek için buna mecburum.
 Bir terapi seansı boyunca tüm duyularımla ve dikkatimle ve beynimdeki tüm proteinleri sentezleyerek karşımdaki hastaya ait olurum. Yorucu bir iştir. Başarı getirir. Ama seans bittiği anda çıkarım transtan. Evet bunu bir tür “trans” olarak adlandırıyorum. Asla zihnimi gerekenden fazla meşgul etmesine izin vermem çıkan hastanın. Ama söylediği ve yaptığı hiçbir şeyi de unutmam. Zamanla ve kendiliğinden oluşan bir tavır bu. Neyse…
Ama işte bazen öyle hikayelerle kuşatılır ki etrafınız, görmezden gelebilmek için mutant olmanız gerekir.
Bugün Rapunzel’den bir e-posta daha aldım. Kalem’le ve kendisiyle ilgili yazdıklarımı okumuş. Benim yazarken onun da okurken hüzünlenmememiz imkan dahilinde değildir zaten. “Binlerce kilometre uzaktan yine hatırladım, ağladım, ağladım, ağladım…”yazmış.
Ben ağlamadım. Ama fazlasıyla detaylı, sanki her şey dün olmuş gibi, tüm renkleri capcanlı, ortamdaki tüm sesler ve kokularla birlikte kaydettiğim anılar bir film gibi başa sarıp oynadı.
Kapı!!
Gelirim yine…

Hiç yorum yok: