19 Temmuz 2012 Perşembe

Mızıka Hanım -III


    Bu konuda ahkam kesmek bilmiyorum haddim midir ama “evlilik” kurumunun insan tabiatıyla pek uyumlu bir kurum olduğunu düşünmüyorum. Aslına bakarsanız tüm kurumların aslında insan tabiatını zapturapt altına almak için yine insan tarafından oluşturulduğunu düşünürsek bu önerme çok da temelsiz olmaz.
    Evlilikle ilgili sayfalarca içinizi bayıltıcı tespitlerimi sıralayabilirim. Evliliğin neden hem gerekli hem de mutlusunun “olasılıksız” olduğunu öyle bir savunurum ki yazının sonunda “ne dedi şimdi bu” diye kalakaldığınız gibi bir de konuyla ilgili uzman görüşü edinmek gibi -Allah muhafaza- bir gayeniz olursa yazıya başladığınızdan bin beter olursunuz. Zaten uzman olmak da budur; kafanızı ne kadar karıştırdığı oranında uzmanlığı değerlendirebilirsiniz.
    Neyse…
    Daha önce de mutlaka demişimdir, ben evlilik kurtarıcısı değilim.
    Keza “aldatmak” insanın türüne özgü bir davranış olduğu için aldatmanın gerekçeleri ve getirileri, götürüleri üzerine pekala bir hastamla konuşabilirken, benden “bunun ne kadar ahlak dışı” bir davranış olduğu konusunda onay bekleyenler de maalesef hayal kırıklığına uğrar. Herkes aldatabilir ve herkes aldatılabilir. Bu kadar.
    Eşine ihanet etme fırsatı olduğu halde etmemek bir erdemdir. Bu doğru. Ama yani karşıma gelip de kendi duyguları hiç yokmuşçasına sadistçe başkalarına etmeyi planladığı ve hatta ettiği eziyetleri anlatan bir kadına da empati yapmak gerçekten kolay olmuyor.
    Mızıka Hanım’ın tutar yerini bulmak için gerçek anlamda efor sarf ediyorum. Ve sanırım artık “bana çocukluğunu anlat” klişesine girmenin vakti geldi.
    “Anneniz ve babanızın nasıl bir ilişkisi vardı Mızıka Hanım?”
    Kısa bir duraklama. Uğradığı ihaneti, öteki kadının çirkinliğini ve kocasının ahlaksızlığını, ilgisizliğini anlatıp nefret kusmaya o kadar motive bir halde gelmiş ki, bir anda ona bildiği ilk karı-kocayı yani anne ve babasını sorunca tüm savunmaları bir anda yıkılmasa da aralanır gibi oluyor.
    “Annemle babam mı… yani işte her anne ve baba gibiydiler…”
    “Her anne ve baba nasıl peki?”
    “Yani işte bir dargın bir barışık… aslına bakarsanız onlar biraz… yani sık kavga dövüş olurdu bizim evde… babam bazen bir gider günler, hatta bazen haftalar sonra gelirdi. Annem bize işi yüzünden olduğunu söylerdi. Ama büyüdükçe sadece işi için olmayabileceğini fark ettim.”
    Aslında kimse şaşırmaz değil mi babasının mütemadiyen annesini aldattığını ve çaresiz annenin de evin en büyük çocuğu olarak Mızıka’yı kendisine dert ortağı seçtiğini, Mızıka’nın erkeklerin ne kadar güvenilmez, ihanete meyilli, evin dışında her şeyi yapıp dönüp dolaşıp kürkçü dükkanına geleceğini öğrenerek büyüdüğünü duyunca?
    Ben de şaşırmadım.
    Annesinden “çaresizliği, beklemeyi ve üfleyerek kulak kemirmeyi” öğrenmiş. Bilirsiniz ya, fareler uyuyan insanların kulaklarına üfleyerek kemirirlermiş ve böylece insanların canları yanmaz ve fare de amacına ulaşırmış. Teşbihte hata olmaz.
    İşte tam bu noktada empati yapmak ve ona yardım edebilmek için bir fırsat doğar.
    Ama başarı yüzde yüz değildir. Ve esasen an itibarıyla başarının ne olduğunun bile henüz bir tanımı yoktur.
    Öncelikle Mızıka Hanım’ın cevap vermesi gereken bir soru vardır:
     “Bana gerçekten ne istediğinizi söylemenize ihtiyacım var size yardımcı olabilmem için.”
    Anne ve babasından, annesinin geceleri ağlayarak ona dert yanmasından ve haftalar sonra babası nihayet eve gelince bir çocuk olarak aslında boynuna atılmak istemekle, annenin dert ortağı olarak babaya tavır alma görevi arasında nasıl kaldığından bahsederken nemlenen gözleri hala bu odada değil gibiydi.
    “Ne mi istiyorum? Bu çok değil mi Minanım?”
    “Hayır değil. Be hala benden ne istediğinizden emin değilim.”
    Böyle deyince tekrar gözleri pencereden dışarıya daldı. Sanki ne demek istediğimi anlamaya yaklaşmış gibiydi.


Hiç yorum yok: