“Yanlış anlamayınız Mine Hanım; siz benim değil kızım, neredeyse torunum
olacak yaştasınız. İlminize saygı duymadığımı düşünmenizi de istemem … Ancak
karşınızda tabiri caizse koca bir çınar var ve siz narin filiz gövdenizle bana
nasıl gölge vereceksiniz?”
Gülümsedim. “Belki gölge veremem ama eşlik edebilirim size.”
Derinden iç çekti. Gözleri yaşla birlikte parlaklığını ve rengini yavaş
yavaş yitirip grileşen iki solgun çakıl taşı gibiydi. Beyaz ve seyrelmiş
saçları ıslatılıp yana doğru taranmış, iri ve yaşını hayli belli eden elleri
hafiften titriyordu.
Çocukları tarafından getirildi bana Mahur Bey. Annelerinin beklenmedik
şekilde aniden ölümüyle bütün aile sarsılmış, aradan altı ay geçtiğinde herkes
artık günlük yaşamına dönebilmişken babalarının hala her gece karısının gecelik
ve terliklerini çıkarıp, sabahları da katlayıp bir çekmece geri koyduğunu
tesadüfen fark etmişlerdi.
Tek başına yaşıyordu Mahur Bey. Çocuklarının tüm samimi “bizimle yaşa”
tekliflerini ısrarla reddetmiş ve evde sürekli kalan bir bakıcıya da rıza
göstermemişti. Duruma müdahale etmesi için babasına en çok nazı geçen en küçük
kızı şehir dışından gelmiş ve bir çatının altına girince yaşlı babacığının
rahmetli Sakız Hanım’ın sadece gecelik ve terliklerini çıkarıp kaldırmak değil
onun dahil olduğu pek çok ritüeli de sanki hiç ölmemiş gibi devam ettirdiğini
fark ederek büyük korkuya kapılmıştı. Çok zor olmuştu onu buraya, bana gelmeye
ikna etmek. Ama gelmişti.
“Ne için evhama kapıldıklarını anlayabiliyorum ama sizi temin ederim
aklım başımda benim.”
“Aklınızın başınızda olmadığını düşünmelerine bir neden var mı?”
“Olabilir.”
Kendisi hiç yemediği halde Pazar alışverişlerinde patlıcan alıyor,
pişiriyor sonra hiç yenmeden o yemeği dökmek zorunda kalıyordu. Sinemaya
giderken iki bilet alıyor, kendisine çorap alırken, Sakız Hanım’a da “öğretmen
çorabı” alıyor, onun örgü örüp çay içtiği köşe koltuğuna kimseyi oturtmuyor, her
gün muntazaman gazetedeki yemek tariflerini kesiyor ve karısının üzerine
kayıtlı olan cep telefonunu kapattırması yönünde telkinde bulunanlara sert
çıkışları oluyordu. Sanki Sakız Hanım şehir dışındaki akrabalına gitmiş de üç
dört güne kalmaz gelir gibi yaşıyordu.
“Gelmeyeceğini ben de biliyorum ama böyle düşünmek bana iyi geliyor. Kim
ne karışır anlamıyorum.”
İsyan ediyordu. Onun ölümünü neden kabul etmek zorunda olduğunu, sayılı
günlerinin kaldığı şu dünyada ne sebeple “hayatına kaldığı yerden devam etmesi”
gerektiğini anlayamıyordu.
“Tam 52 sene aynı kadının saçlarının leylak sabunu kokusuyla uyudum ben.
Şimdi unut diyorlar bana!”
“Kim unut diyor size?”
“Çocuklarım.”
Bir yakının kaybı ardından uzayan inkar dönemi veya bitmemiş yasta çok
sıklıkla karşılaştığımız bir “çarpıtma”dır bu. “Onu unutmalıyım!”
Aslı ve daha doğrusu “onun gitmesine izin vermeliyim” olmalıdır. Çünkü
kimse kalandan, gideni unutmasını istememektedir ve zaten de böyle bir unutmaya
gerek yoktur.
Kişinin duyduğu ya da ertelemeye son verdikten sonra duyacağı acı o kadar
büyüktür o kadar büyüktür ki ancak ve ancak unutursa bunun üstesinden
gelebileceğine inanması mümkündür ancak bunun doğru olmadığını ona lisanı
münasiple anlatmak gerekir.
“Mahur Bey çocuklarınız benim bildiğim kadarıyla giderek daha az yemek
yemeniz, geceleri hemen hiç uyuyamamanız, kendinizi hep hasta gibi hissediyor
olduğunuzu söylemeniz ve normalde sakin karşılayacağınız konularda aniden
sinirlenmenizden endişe ediyorlar. Ve tabi rahmetli eşiniz halen hayattaymış
gibi davranmanız da bir diğer konu…”
“Siz cici bir hanımsınız ama normalde yaptığınız işe deli doktorluğu
denir. Benim deliye benzer bir halim mi var?”
“Rica ederim.”
“O halde burada ne işim var benim? Böyle yaşamak istiyorum ben.”
“Bunu anlıyorum. Normal şartlar altında eğer yüksek tansiyonunuz,
diyabetiniz olmasa, kalbininiz daha önce teklememiş olsa ve bu tercih ettiğiniz
yaşam şekli alttan alta bedeninizi çürütmese, sizi git gide depresyona sokmasa
eminim herkes de işine gücüne bakardı.”
“Depresyonda mıyım ben?”
“Bir nevi.”
“Bir ilaç daha mı vereceksiniz bana yani?”
“Hayır ben hekim değilim, isteseniz de ilaç veremem ama bu tutumunuzu
sürdürürseniz korkarım sizi bir psikiyatriste yönlendirmemiz ve ilaç tedavisine
başlamamız gerekecek.
“Peh!”
Ben ona önce bu yaşadıklarının ne anlama geldiğini anlatmaya çalıştım.
Eşinin ölmüş olduğu ve bir daha gelmeyeceği fikrini kabul etmeyerek istemeden
de olsa sürekli bir beklenti içinde olduğunu söyledim. Ve bu beklentinin
gerçekleşme ihtimali olmadığı için her geçen saat omuzlarındaki yükün biraz
daha arttığını, bunun da onu tahammülsüz, mutsuz, asık suratlı bir adam
yaptığını, “hayatına devam etmesinin” hem kendisine hem de rahmetli eşine karşı
bir borç olarak da pekala yorumlanabileceğini ifade ettim. Eğer yasını tutmazsa
bundan sonra hayatında başta fiziksel ve ruhsal sağlığı olmak üzere hiçbir
şeyin yolunda gitmeyeceğini söyledim. Evet yas tutmak acı çekmek anlamına
geliyordu. Ve insanlar acı çekmek, ardından da acıyı atlatmak için gereken her
türlü donanıma sahipti.
“Ben tam 78 yaşındayım” dedi.
“Maşallah” dedim.
“O dediğiniz yası tutmadan da sayılı günlerimi geçirebilirim.”
“Evet geçirebilirsiniz. Peki ya sandığınızdan uzun yaşarsanız?”
“…….”
“Ve sizi temin ederim yaşanmamış bir yas hep daha fazlasını ister
insandan.”
“Ben karımı unutamam.”
“Onu unutmanızı değil, hatırlamanızı istiyorum. Şimdi yaptıklarınız hep
erteleme. Onu hatırlamıyorsunuz siz, onu bekliyorsunuz. Hatıralarınızı yad
etmiyor, gözleriniz dolarak ya da tebessümle fotoğraflarınıza bakamıyor,
yaşadığınız onca güzel yılın izlerini anıp da hem onu hem de kendinizi
yüceltemiyorsunuz.”
Ben böyle deyince birden omuzları düştü. Yüzüne dışarıdan apaçık
gözlenebilen bir hüzün yerleşti. Başını kaldırıp bana baktığında gözlerinin
dolduğunu gördüm.
Ve anlattı…
Sakız’ı nasıl 16’sındayken görüp beğendiğini ve babasını ikna edip
parmağına yüzüğü geçirebilmek için iki yıl beklemek zorunda kaldığını, yemek
yapmayı, sökük dikmeyi, çamaşır yıkamayı nasıl birlikte öğrendiklerini,
çocuklarına isim bulmak için ne kitaplar karıştırdıklarını, Sakız Hanım’ın
acaba kendisinden daha güzel hanım var mı diye öğrenmek için pasta börek
getirme bahanesiyle arada bir ansızın daireye verdiği baskınları anlattı.
Onun gözlerini, saçlarını, ellerinin küçücüklüğünü, ayaklarının
muntazamlığını anlattı…
Hiç yüksek sesle kahkaha atmadığını ama sevinince gözlerinin içinin
güldüğünü anlattı…
Fedakarlığını, gözü tokluğunu, sabırlılığını ve o vakur duruşunu anlattı…
Anlattı da anlattı…
O kendi anılarına, ben hiç yaşamadıklarıma, ağladık…Olur bazen öyle.
5 yorum:
Yahu o çocuklar telaşa kapılana kadar şükretsinler.Ya babaları, ben evlenecem bu hayat çekilmez böyle deyip de 60lık bir tazeyi almaya kalkışsaydı; evi de üstüne yapmak şartı ile üstelik. İlk cümlelerinin ne olacağından adım gibi eminim: ayol, annem öldü kudurdu, kendinden 20 yaş genç kadın, üstelik evi de üstüne yapacakmış. Elin kadınına yedirecek malı mülkü. Derhal hacir altına aldırmamız lazım.
Yalnızlık zor zanaat..
Gölcük depreminde eşini kaybeden bir yakınım sonradan moldovyalı bakıcısıyla evlendi misal :)) kudurdu !!
Pühüü bende misal çoook.:))
Anneme diyorum arada, gel seni everelim 70 lik bi delikanlı ile diye, hass.. ile başlayan bir cümle kuruyor her seferinde. Babam olsaydı yerinde eminim itirazı yaşına olurdu.
:( aklıma bir çizgi sinemadaki yaşlı adam geldi..
http://alturl.com/ix3k3
tıpkı şu fotoğraftaki adam vardı yazıyı okurken gözlerimin önünde.
kendini tüketmesine çok üzüldüm..ama yıllardır yanında olan bir insanı, böylesine bir sevgiyle bağlı olduğu bir insanı nasıl kolayca hayatının bir parçası olmaktan çıkarabilirsin...
http://www.hhayalmeyal.blogspot.com/
Yorum Gönder