Aşk tedavi edilemez. Sakat bir ruh halidir ve insanlar ağızları
“hayatlarında huzur istediklerini” söylerken yaygın kanının aksine hep dengeyi
bozacak ağırlık merkezlerinde durmanın peşindedirler.
Hatta belki de “huzur” türümüze özgü bir becerinin getirisi olarak hayal
edip, var kabul ettiğimiz, mağaranın gölgesine düşmüş nesnesiz bir gölgedir. Nur içinde yat Eflatun…
Manyakçadır aşk. Herkesin her an yaşayamayacağı bir duygu yoğunlaşması
olduğu için de kıymetli ve aranandır. Öyle övmek falan derdinde değilim. Zira bendeniz
işin içindeki hormonlara fena halde rol düştüğüne inanırım. Biriyle sevişmek
istemektir aşk biraz da… Ama sürekli ve hep onunla sevişmek isteme hali
gibidir. O geçince aşk da biter. Kısa ve net. Kimseyi ikna edecek değilim. İsteyen
istediği masala inanabilir.
Ama bazı aşklar vardır, öyle içten ve güzellikle anlatılırlar ki, bu
sürekli sevişmek isteme halini yüceltip yere göğe sığdıramamayı bile mazur
görürsünüz. Bir yağlı boya resim yapar gibi anlatır bazı insanlar aşklarını. Görürsünüz,
hissedersiniz hatta. İmrenmek de mümkündür. Herkes aşık olabilir ama bence
herkes aşkını anlatamaz. İyi sevişmek gibidir belki bu da… Bazıları daha
yeteneklidir.
Kalem’in gözlerinden etrafa yayılan ışık parçacıklarını, bir akşam
güneşinin koynunda pırıldayan yakamozlar gibi o gözlerinin bakışını görmenizi
isterdim. Bir insanın dünya üzerinde kaç yıl geçirdiğinin bir önemi olmadığını
anlatan Yaradan’ın canlı bir sanat eseri gibiydi çocuk aşkından bahsederken. İçimizdeki
hazine sandığında saklı olan duyguların, bir insan haline geldikten sonra her
an ulaşılabilir ve “orada” olduğunun kanıtı gibiydi.
Bir sabah uyandığında kendisini büyümüş ve bir erkek gibi hissetmişti. Söylediği
aynen buydu. Her türlü karşılığı göze almış ve çıkmıştı sevdiği kızın
karşısına. “Seni benim bir erkek, senin de bir kız olduğunu fark ettiğimden
beri seviyorum” demişti ona. “Dünyadaki hiçbir şeyin senden daha güzel
olamayacağını düşünüyorum ve ben kendimi bile senin yanına yakıştıramıyorum
aslında ama aşkım o kadar büyük ki artık içime sığmıyor” diye anlatmıştı
gözlerine bakarak. “Sana defterler dolusu şiirler ve hiç vermemek üzere kaleme
aldığım mektuplar yazdım. Yıllardır baktığım her yerde seni görüyorum ve senin
aklımda olmadığın tek bir anım dahi geçmiyor. Sana olan özlemimi dindirebilecek
hiçbir şey yok; o yüzden senden bir beklenti içinde değilim, sadece bil
istedim. Ben varım ve yaşadığım sürece bir tek seni seveceğim. Dünyanın bir
yerinde böyle birinin kalbinin attığını, verdiği her solukta adından izler
olduğunu bil, olur mu?” Sonra gülümsemiş, arkasını dönmüş ve gitmişti.
İnce, narin bedeninin üzerinde solgun ve hatları kalemle çizilmiş kadar
düzgün, masum bir yüzü, upuzun bal rengi saçları, ela gözleri vardı Rapunzel’in.
Aklının ermeye başladığı zamanlardan beri annesinden babasının başka kadınlara
olan aşklarını, gönül ve yatak maceralarını dinliyordu. Annesinin cümlelerine
sığmayan öfkesi gözlerinden ateşler çıkarak etrafa yayılırdı adeta ve Rapunzel
bir süngerin suyu emdiği gibi bu öfke hücrelerine yayılarak büyümüştü. Hep aynı
rengin farklı tonlarından seçilmiş üç gardırop dolusu elbisesi ve saçları hep
aynı boyda kesilmiş ve aynı şekilde örülmüş, eline alıp oynamasının yasak
olduğu onlarca oyuncak bebeği olmuştu çocukken. Dik başlı ve asiydi. Kavgacıydı.
Kimsenin ummadığı bir sebepten hiddetlenebiliyor, o an gözleri kararıyor ve
kendine geldiğinde, o göz kararmasından sonra ne yapmış olduğunu hatırlamıyordu
bile. Etrafı ona hayran kız-erkek akranlarıyla doluydu. Bulunduğu ortamlarda
hep cazibe merkezi ve gözdeydi. Fakat içi o kadar yalnızdı ki bazen sabahlara
kadar bir naylon torbada saklayıp penceresinin dışına astığı bebeğiyle
konuşurdu.
Sanki sırtı dikleşmiş ve yüzüne bir olgunluk gelmişti o gün Kalem’in. “Söyledim
ve artık hayatta hiçbir şey zor ya da başarılmaz değil benim için”, demişti.
Umursamaz ve alaycı bir görünümün altında derin bir şaşkınlığı zar zor
gizliyordu o gün Rapunzel. “Aptal çocuğun teki gelip ilan-aşk etti bugün, ezik!”
demişti.
Her geçen gün daha güçlü ve kendinden emin oldu Kalem. Bıraktı zamanla
görüşmelere gelmeyi. Artık kimseye ihtiyacı yoktu doğru yolu bulmak için. Kanatlarını
açmış, pencereden süzülerek gözden yitip gitmişti. Sevgiyle uğurlamıştım onu.
Her geçen gün daha fazla düşünür olmuştu okulda karşısına dikilip ona
ilan-ı aşk eden çocuğu Rapunzel. Ne o çocuk bir daha gelip onunla
konuşabilmişti ne de o gidip o gün kibirlice gülümseyip arkasını dönüp gittiği
için ondan özür dileyebilmişti. Adını öğrenmişti. Nerede oturduğunu,
teneffüslerde, öğle tatillerinde neler yaptığını, hangi kitapları okuduğunu…
Onu tanımak ve bir kez olsun seviliyor olmanın nasıl bir duygu olduğunu
yaşayabilmek istiyordu.
Sonra bir yaz tatilinde Bodrum’da alkollü bir sürücü, doğum günü
partisinden dönen dört genci 4x4’ünün altına almıştı hızla girdiği bir kavşağı
alamayıp. İki çocuk hafif yarayla, birisi birkaç ortopedik ameliyat gerektiren
ağır hasarla kazayı atlatmış, çocuklardan birisi ise olay yerinde hayatını
kaybetmişti. Adı Kalem’di…
6 yorum:
ardından dokunaklı bir şeyler yazabilmek isterdim ama o kadar yetenekli değilim.
"bil istedim." diyerek arkasını dönüp gitmeyi ben de yapmayı düşünmüş ama yapamamıştım, okurken unuttuklarım arasından bir detay çıktı karşıma. okuduklarımızı da bazen sırf bu yüzden severiz ya...
neyse anlatamadım, yazı için teşekkürler...
yine de anladığımı sanma ihtimalim var :))
hmmm şöyle demek istemiş olabilirim;
yazıyı okurken aklıma gelenler; ben de bir zamanlar birilerine "bil istedim." diye biten bir şeyler söylemek istemiş ama bunu yapamamışım. ama bunu şu an hatırlamıyorum, okurken hatırlamışım sanırım bu yüzden yazınızı okuduktan sonra dokunaklı bir şeyler yazmak istedim, şimdi bana öyle geldi.
bazen de okuduklarımızı bu yüzden severiz...
bu açıklamaya gerek var mıydı? yok gibi görünüyor, ama olsun, kelimeler muallakta kalmasın :))
demek doğru anlamışım :)) teşekkürler
vay vay vay ..
ben çok katıldım kalemine..
iznin olursa linkle blogumda paylaşabilirmiyim?
rica ederim, izin senindir :))
Yorum Gönder