Bir gün bir yalnızlığa düştüm yine. Başımı
ellerimin arasına aldım, sessizce ağlamaya başladım .
Önümde yarıya gelmiş bir konyak şişesi 'beni iç'
diye fısıldıyordu, 'beni iç'. Sonra yalvarmaya başladı:
'Ne olur' dedi 'ne olur haydi iç beni'.
Bir bardak doldurdum, tepeme diktim .
Şişe rahatladı, sustu. Hani ellerimiz birbirine
değince nasıl oluyorduk? İşte öyle oldum .
Hani bakışlarımız buluştuğu zaman, bir başka
türlü atması vardı yüreklerimizin. Onu hatırladım .
Sonra bir tren hareket etti. Sabahtı. Karşı karşıyaydık .
Konuşuyorduk. Ben sevmek diyordum durmadan.
Gözlerim gözlerine soruyordu: 'Seviyor musun?' diye.
Hep evet diyordu gözlerin, ellerin, dudakların hep
evet diyordu. Oysa ki, bir çok hayır diyen insan vardı
çevremizde. Örneğin: bir çocuk hayır, diyordu, bir kadın,
bir adam ve bir başkası, bir başkası hayır diyordu.
Hayır'lar arasında ezilmeğe mahkûmdu evet'lerimiz .
Tren ilerliyordu. Gözlerin gözlerime soruyordu
ne olacak diye. Sigara üstüne sigara yakıyordum,
kadeh kadeh içki içiyordum, fakat bilmiyordum
ben de ne olacağını. Bizi sürükleyen bir akıntıydı.
Durduramazdık onu, hükmedemezdik ona.
Bir anafora rastlayıp yok oluncaya kadar akıp
gidecektik işte. Peki anafor nerdeydi? Uzak mıydı?
Belki çok yakındı kimbilir. Biz onu
göremiyecektik. O, gözlerimizi kör ettikten sonra
saracaktı bizi buz gibi kollarıyla.
Tren ilerliyordu. Pencereden deniz görünüyordu.
Denize akşam güneşi vurmuştu. Renk renk
kayıklar gördük kıyılarda. Denize taş atan çocuklar
gördük. Uzakta bir balıkçı ağlarını topluyordu.
Ve tren ilerliyordu. Kadere yaklaşıyorduk .
Bir alacakaranlık bastı zamanı. Gözlerim gözlerindeydi.
Ellerini tuttum, titredin. Acı acı bir düdük öttü.
Bir şeyler koptu içimizden.
Sonra tren durdu, indik, yollarımız ayrı ayrıydı.
Şimdi, o gün verdiğin yalnızlığı yaşıyorum .
ÜMİT YAŞAR OĞUZCAN
Anonim bir psikoloğun mutfağı... Hep arka tarafı merak etmiyor muydunuz? Buyrun kafamın içi...
19 Mayıs 2012 Cumartesi
Cumartesi
Evet bu gün 19 Mayıs’tı ve evet şu saate kadar çalıştım. Müdaananım’ı az
önce evine yolladım, bir çay demledim ve yanında ufak bir konyak iyi gider diye
düşündüm. Bunu hastalarımdan biri geçen yılbaşında İrlanda’dan getirdi. Dünyanın
en iyi konyaklarından birisi olduğunu söylemişti ancak bunu anlayabilecek kadar
uzman olduğum söylenemez. Teşekkür edip aldım, çünkü artık terapisi
sonlanmıştı, ve arada bir aklıma gelirse içiyorum böyle.
Bunu bir itiraf ya da deşifre gibi düşünmekte özgürsünüz ancak alkol bizim
mesleğin en belirgin “sakınca”larından biridir. Hatta zaman içinde o kadar
sıradan ve rutin bir hal alır ki, sakınca olup olmadığına dair hiç
düşünmediğinizi fark edersiniz. Kolay değildir bütün gün can kulağıyla dert
dinlemek. “Dert dinlemek” !
“Sen dertlerini anlatıp da ferahlayacaksın diye ben tonlarca para
döküyorum” diyen pek çok koca ve baba tanıdım. En nihayetinde geldikleri
noktada “Minaanım sayenizde o sorunların büyük bir kısmını aştık, ben asıl
bugün size daha önemli bir mevzu için geldim” cümlesi ile en mahremlerini
çalışma odamın orta yerine döker vaziyetteydiler. İlahi adalet diyebilirsiniz. Ama
bu benim af buyrun .aşaklı bir psikolog olmadığımı göstermez. Her neyse kendimi
övecek değilim. Ayrıca bunu yapanlardan da bir hayli tiksinirim.
Bu saatlerde burayı seviyorum. Tavan lambalarını söndürüp, abajur ve masa
lambasının ışığında, aralık pencereden aşağıdaki kalabalık ve capcanlı caddenin
sesleri gelirken, demli çay ve o gece alkolden payıma düşenle hatta keyfim çok
yerindeyse bir de Captain Black tüttürerek arkama yaslanıp radyodan gelen saksafon
sesiyle hücrelerimin gevşemesine izin veririm.
Ölümüne neden olacağını bildiği halde işini severek yapan bir kot taşlama
işçisini düşünün…
Veya günün dörtte üçünden fazlasını mürekkep, boya kokan bir matbaada
geçiren kafası artık güzel bile olamayacak kadar kokuyu kanıksamış bir
yayıncıyı…
Mesleğini radyasyona maruz kalarak icra edebilen bir radyoloji
teknisyenini…
Ne bileyim işte, hayatta elma toplamak, deniz kıyısındaki bir
gözlemecinin yerlerini paspaslamak, lüks bir butikte kadın parfümü test
ettirmek ya da klip çekimindeki Jennifer Lopez’in daha seksi görünmesi için
meme uçlarını mıncıklamak gibi daha hijyenik meslekler yerine bazı insanlar
elini, kana, boka, çamura sokarak ya da yaşamlarını hiçe sayarak kazanırlar
ekmek paralarını.
Pek çok kişiye göre psikoterapistlik de olabilecek en hijyenik ve elit
mesleklerden biridir. Kabul ediyorum elimi öyle pis yerlere sokuyor değilim. Ayrıca
doğrudan bir hayati risk altında da değilim. Ancak yaptığım işe steril demeden
önce insanların ne tür pisliklere bulaşabileceğini ve gelip bunları bana
anlatıyor olabileceğini bir düşünün derim. Zamanla ruhunuzun üzerinde bir fosseptik
kokusu birikmeye başlar.
Mesleki deformasyon.
Ya alkole başlarsın ya namaza. Ama benden söylemesi, terapistin ibadet
edeni pek makbul değildir. Ya da aslında şöyle ifade edeyim terapistin ibadet
ettiğinin bilinmesine izin vereni…
18 Mayıs 2012 Cuma
Bir Adın Kalmalı
bir adın kalmalı geriye
Ahmet Hamdi TANPINAR
bütün kırılmış şeylerin nihayetinde
aynaların ardında sır
yalnızlığın peşinde kuvvet
evet nihayet
bir adın kalmalı geriye
bir de o kahreden gurbet
sen say ki
ben hiç ağlamadım
hiç ateşe tutmadım yüreğimi
geceleri, koynuma almadım ihaneti
ve say ki
bütün şiirler gözlerini
bütün şarkılar saçlarını söylemedi
hele nihavent
hele buselik hiç geçmedi fikrimden
ve hiç gitmedi
bir topak kan gibi adın
içimin nehirlerinden
evet yangın
evet salaş yalvarmanın korkusunda talan
evet kaybetmenin o zehirli buğusu
evet nisyan
evet kahrolmuş sayfaların arasında adın
sokaklar dolusu bir adamın yalnızlığı
bu sevda biraz nadan
biraz da hıçkırık tadı
pencere öü menekşelerinde her akşam
dağlar sonra oynadı yerinden
ve hallaçlar attı pamuğu fütursuzca
sen say ki
yerin dibine geçti
geçmeyesi sevdam
ve ben seni sevdiğim zaman
bu şehre yağmurlar yağdı
yani ben seni sevdiğim zaman
ayrılık kurşun kadar ağır
gülüşün kadar felaketiydi yaşamanın
yine de bir adın kalmalı geriye
bütün kırılmış şeylerin nihayetinde
aynaların ardında sır
yalnızlığın peşinde kuvvet
evet nihayet
bir adın kalmalı geriye
bir de o kahreden gurbet
beni affet
Kaybetmek için erken, sevmek için çok geç
aynaların ardında sır
yalnızlığın peşinde kuvvet
evet nihayet
bir adın kalmalı geriye
bir de o kahreden gurbet
sen say ki
ben hiç ağlamadım
hiç ateşe tutmadım yüreğimi
geceleri, koynuma almadım ihaneti
ve say ki
bütün şiirler gözlerini
bütün şarkılar saçlarını söylemedi
hele nihavent
hele buselik hiç geçmedi fikrimden
ve hiç gitmedi
bir topak kan gibi adın
içimin nehirlerinden
evet yangın
evet salaş yalvarmanın korkusunda talan
evet kaybetmenin o zehirli buğusu
evet nisyan
evet kahrolmuş sayfaların arasında adın
sokaklar dolusu bir adamın yalnızlığı
bu sevda biraz nadan
biraz da hıçkırık tadı
pencere öü menekşelerinde her akşam
dağlar sonra oynadı yerinden
ve hallaçlar attı pamuğu fütursuzca
sen say ki
yerin dibine geçti
geçmeyesi sevdam
ve ben seni sevdiğim zaman
bu şehre yağmurlar yağdı
yani ben seni sevdiğim zaman
ayrılık kurşun kadar ağır
gülüşün kadar felaketiydi yaşamanın
yine de bir adın kalmalı geriye
bütün kırılmış şeylerin nihayetinde
aynaların ardında sır
yalnızlığın peşinde kuvvet
evet nihayet
bir adın kalmalı geriye
bir de o kahreden gurbet
beni affet
Kaybetmek için erken, sevmek için çok geç
Ahmet Hamdi TANPINAR
Cuma
Sizinle paylaşmak istediğim bir e-posta var. Kendisini belki 5-6 yıldır
tanıyorum. Bana ilke getirdiklerinde 12-13 yaşlarında sessiz, sakin fakat son
raddede öfkeli bir kızdı. Uzun, upuzun sarı saçları, ela rengi gözleri ve
solgun, ince bir yüzü vardı. Bir psikoloğun başına pek de sık gelmeyen bir
olayın kahramanıdır Rapunzel. İlerleyen zamanlarda öyküsüne daha da vakıf
olacaksınız. Kendisinin izni ile burada yayınlıyorum:
“Sevgili Minaanım,
Nereye gitsem içimdeki yalnızlığı ve boşluk duygusunu da yanımda
götürüyorum. Bunu bugün bir kez daha anladım. Toronto da tıpkı diğer büyük
şehirler gibi bir parçası olabildiğimi hissedemediğim, dışında kaldıkça gözümde
daha çok büyüyen insan kalabalığıyla dolu.
“Ya içindesindir zamanın ya da büsbütün dışında.” Ahmet Hamdi yine tek
arkadaşım, tek yoldaşım. Ve ben hala zamanın neresindeyim bilmiyorum.
Sizin bana kendimi bir nehir gibi hissedebilmem için söyledikleriniz
geliyor aklıma. Karşımda siz tüm yönergeleri verirken ve bana “bir nehir
olduğumu” söylerken her şey daha kolaydı. Şimdi dikkatim çok dağılıyor ve
gözlerimi kapatıp da bir türlü olmak istediğim gibi bir nehir olamıyorum. Sanki
hep kenarlara sıçrayan su damlalarına, akıntıyla sürüklenen balıklara,
yosunlara ve taşlara kayıyor dikkatim. O bütünlüğü, bozulmazlığı, kendini
bırakışı ve gidişin mutlaka bir yere varışını, tüm bunları bilmeyi, içimde
hissetmeyi kendi kendime tekrar oluşturamıyorum zihnimde. Ama ne tuhaf, siz
bana daha önce defalarca bunu yaşatmış olduğunuz için sanki gerçek bir anıymış
gibi hafızamda izleri duruyor. Yeniden yaşayamıyorum ama hatırlıyorum.
Türkiye’den ayrılmayı, en azından bu kadar uzağa gelmeyi istiyor muydum
onu da bilmiyorum bana sorarsanız. Sanki benim kararımmış gibi gösterilerek tüm
planlar yine her zamanki gibi yapıldı, rezervasyonlar, okul kayıtları, ev
kiralama, hepsi hızlıca gerçekleşti ve kendimi Atlantik üzerinde hızla giden
bir uçakta buldum. Tahmin edebileceğiniz gibi kimse benimle gelmedi. Yine kendi
başıma, yine kitaplarım, iphone’um, mac’im ve Ahmet Hamdi…
Uyku düzenim halen oturmadı, iştahım bir gelip bir gidiyor ve o şarkıyı
hala ortalık sessizken atmosferde usul usul çınlarken duyabiliyorum. Benden başka
kimsenin duymayışı çok da önemli değil artık. Sırrımı tuttuğunuz ve beni
olabileceklerden koruduğunuz için size ne kadar teşekkür etsem az. İlaçsız ve
hastanelerden uzak bir hayat sürdürmek istiyorum. Bunu yapabilirim. Zaman zaman
kuşku duysam da, yapabileceğime inanmak istiyorum. Bu bile yeterli demiştiniz;
iyi ki demişsiniz… Sevgiler, Rapunzel.”
17 Mayıs 2012 Perşembe
Perşembe
Baygın gelen iniltiler yükseliyor bazen şehrin üzerinden. Dinlemek
istemesem de duyuyorum. Karanlık ve tenha bir sokakta yerde yatan bir
karaltının yanına yaklaştıkça belli belirsiz soluk alıp verdiğine, inlediğine
ve biraz daha yaklaşınca yerdeki birikintinin su değil de kan olduğuna şahit
oldunuz mu hiç?
Ben olmuştum vaktin birinde… Tesadüftü… Uzun hikaye…
Gece evin ışıklarını söndürüp de, perdeleri açarak aşağıdaki caddenin
yanıp sönen neonlarına duvarları teslim ettiğimde bir antik kent meydanından
beri içimde taşıyormuşçasına biriken nefesimi boşaltarak arkama yaslandığımda
başlıyor her şey. Bunun için bir kadeh Kalecik Karası, geniş ve arkaya doğru
yaslanmaya müsait bir eski berjer ve kuyruğunu kıyamet de kopsa nazlı nazlı
sallayacakmış gibi görünen bir kedi lazım sadece.
Önce gözlerimi bir süre karanlık semaya dikiyorum. Bulutsuz yaz
gecelerinde az da olsa yıldızlar görünüyor. Gökyüzü simsiyah ve ölüm
sessizliğinde… yokluğu ve hiçliği ve hepliği hissetmek için bir süre kıpırtısız
bekliyorum. Ta ki o dehşet verici korkuyu, tüylerimi diken diken eden irkilmeyi
hissedene kadar. Yüreğim ağzıma gelip, kalbim deli gibi çarptığında ve yok
oluşa bir saniye uzaklık kalmışçasına titrediğimde artık biliyor oluyorum. Bir
tür ters meditasyon. Derin korkuya odaklanma. Bir tüt trans hali. Ancak böyle
var olduğumu hissedebiliyorum.
Bunu öğrenmek uzun yıllarımı aldı. İbadetle, zikirle, nirvanayla, yükselmekle veya orgazmla
açıklanamayacak bir zihin durumu. Haz ve huzur değil. Hiç değil. Bir tür
paratoner olmak denilebilir belki. Yıldırımı ve toprağı düşünün. Sonra
yıldırımı paratoneri ve toprağı düşünün. Yıldırım düştüğü andaki paratoneri ve
paratoner sayesinde kendisine “ne”yin değmediğinden bihaber toprağı düşünün.
Şimdi ne anlatmak istediğimi anlamaya biraz daha yakınsınız.
Bazı bilgileri paylaşmak gerekir. Bazı bilgileri yavaş yavaş paylaşmak,
bazılarını ise kendine saklamak…
Şüphesiz ki yolculuğumda sırf bana ait anlarımın olmasına ve bu sayede
kendimi özel ve önemli hissetmeye ihtiyacım var. Fakat diğerleri için açılmakta
olan Pandora’nın kutusu artık sahnede.
Kendimi hazır hissettikçe size geceleri neler yaptığımı anlatmak
istiyorum…
Çünkü bilirseniz her şey farklı olur…
16 Mayıs 2012 Çarşamba
Çarşamba
Bugün öğleden sonra bütün hastaları iptal et dedim Müdananım’a. Yaparım
bunu bazen. Bunca okudum, çalıştım, kendi içinde cillop gibi işleyen bir sistem
kurdum kendime. Elbette ki bu sistemin sadece bana mahsus hava delikleri
olacak. Hayatımı üç beş dengesizin hezeyanları için çekilmez hale getirecek
değilim.
“Dengesizsin sen biraz” derim bazen bazı hastalarıma. Dengesizse bunu
söylerim. Yaparım. Bazı meslektaşlarım hasta bile demekten çekinip aman yanlış
anlamasın insanlar aman etiketlenmekten korkup da gelmemezlik etmesinler diye
neredeyse takla atacak kıvama gelirler hastaların karşısında. İkiyüzlülüğün
daniskası! “Bak senin gibiler için bazıları pekala ruh hastası der” diye
içimden geçeni söylerim ben. İnsanı hasta eden en önemli mikroplardan biridir
“riya”.
Tarzımı önce sert bulurlar ve karşıma gelene kadar geçirmiş oldukları
hayatları boyunca hep alıştıkları gibi tepki verirler: Kalpleri kırılır!
“Ben senin sevgilin, annen, karın, kızın, arkadaşın değilim. Aramızda bir
gönül bağı yok. Kalbinin kırılması çok saçma çünkü sana sunduğum hizmet için
bana para veriyorsun.”
Beni sevmek zorunda değildirler. Ve açıkçası bir süre sonra bana bunun
için minnet duymaya başlarlar.
Ki aslında ben “minnet”ten de hiç hoşlanmam. Her neyse…
Hayat olduğu haliyle basittir. İnsan doğar, büyür, olmadık hataları
yapar, türlü acılar çeker, yerden yere savrulur ve her şey sonunda başladığı
noktadaki basitlikte son bulur. Amaç budur sadece. Bunu görmemekte direnip, dış
dünyanın her biri birer yanılsamadan ibaret uyaranlarını kendi gerçekliğinmiş
gibi farz etmek işine geliyorsa bu basbayağı senin bilinçli seçimindir.
Sorumluluğunu al, diyeceğim ama sorumluluk alma becerisindeki bir insan hali
hazırda böyle bir şuursuzlukla zamanını harcamayacak kadar “farkında”dır zaten.
Bu verdiğim çok genel bir nevroz tanımıdır ve psikologlara para
kazandıranların büyük bir bölümünü de nevrotikler oluşturur.
Para kazanacağım diye dünyanın en sıkıcı insanlarına 45 dakikamı
ayıramam. O yüzden açık sözlülük iyidir. Hastaya neye uğradığını şaşırtmak ilk
bakışta size verdiği izlenimin aksine oldukça terapötiktir.
Bugün öğleden sonramı kapattım anlayacağınız. Sevdiğim bir şeyler yapmaya
ihtiyacım var. Sıkılıyorum çünkü bazen…
15 Mayıs 2012 Salı
Gün Arası
Bunu ukalalık olarak değerlendirmenizi istemem ancak kapıma gelen her
hastayı kabul etmeyen, biraz “tok” bir psikoloğum.
Örneğin çocuklarının okul başarısı, yok efendim moda olmuş bir tabir
“dikkat eksikliği”, ders çalışmaması gibi nedenlerle arayanlara asla randevu
vermem. Müdananım bu tür aramaları geri çevirmede tam bir ustadır; “Aradığınız
için çok teşekkür ederiz efendim ancak Minanım özel öğretmen değildir, bu tür
tedaviler yapmamaktadır, kendi ruh sağlığınızla ilgili bir sorun olursa
inşallah yardımcı olmaktan memnuniyet duyarız.”
Bu cevabı ilk duyduğumda şok geçirmiştim. Sonra da uzun bir süre
güldüğümü hatırlıyorum. Öyle nazik ve içtenlikle söylüyordu ki, cümledeki
“inşallah” ruh sağlığı ile ilgili bir sorunları olması için değil de öyle bir
durumda yardımcı olunabileceği temennisi içinmiş gibi geliyordu kulağa. Sorsam
kendisi de aynen bu şekilde cevap vereceği için sormadım. Son derece işlevsel
bir karşılıktı. Telefondaki muhtemelen allak bullak oluyor, tam olarak durumu
idrak edemiyor ancak sezgileri ona “bu cümlede bir terslik var” dese bile
bilinç düzeyinde Müdananım’ın nezaketi ile bu verileri birleştiremiyor ve
“teşekkür ederim” diyerek telefonun kapanmasıyla diyalog sonlanıyordu.
İnsanların çocukları üzerinden kendi sahip olamadıkları veya sahiplerse
de tatmin olamadıkları başarı ihtiyaçlarını karşılamaya çalışmalarından ve
böyle yaptıklarından bihaber oluşlarından hiç hoşlanmıyorum. Patolojinin
kendisi değil, bu tablo olduğu gibi nahoş bana kalırsa.
Her çocuk okulda başarılı olmaz. Kendi çocukluklarınızı, sınıflarınızı
düşünün. Sınıfın çalışkanları ve tembelleri bir de iki grup arasında yer alan
vasatlar vardı. Şimdi herkes bir yerlerde. Öyle veya böyle bu hayatta herkesin
bir görevi var. Büyüyor ve kapasitemiz yettiğince bir pozisyonu devralıyoruz.
Zorlamak anlamsızdır. Derslere karşı ilgisiz bir çocuk, dışarıdan herhangi bir
müdahale ile bu tutumundan vazgeçmez.
Yeterince akıllı ve sezgileri güçlü bir anne babaysanız, ona sağlam (!)
bir ödül-ceza tablosu hazırlarsınız ve çocuk belki biraz motive olabilir.Bu da
hiç değilse sorunsuzca sınıflarını geçmesini sağlar.
En sevmediğim ebeveyn tablosunu kısaca özetleyeyim: Çocuğun bebekliğinden
beri her istediği anında yapılmıştır. Evde kurallar, sınırlar olmamıştır. İyi
davrandığında da iyi davranmadığında da çocuk ödüllendirilmiştir. Çocuğa
verilen vaatlerin ardında durulmamıştır. Ceza ya hiç verilmemiş ya da çok ağır
olarak verilmiş ve çocuk ceza arsızı yapılmıştır. İçinden gelen bir hırs
duygusuna da sahip olmayan çocuk disiplini öğrenememiş ve dolayısıyla
içselleştirememiştir. Şimdi de ders çalışmak istememekte, kurslara,
dersanelere, özel hocalara rağmen sınavlarda başarısız olmaktadır.
GEÇMİŞ OLSUN!!!
Çocuğunuzun kapasitesi bu kadar, cevabından hiç hoşlanmazlar nedense.
Çünkü kendi meyveleri olan öyle mükemmel bir çocuk olsa olsa ya “dikkat
eksikliği”nden ders çalışmıyordur ya da “sınav kaygısı” nedeniyle sınavlarda
bildiklerini bile yapamıyordur!
Yok ya?
Salı
Müdananım sabah bir telaş geldi odama; “Minanım yine Tokmak Bey aradı.
Bugün mutlaka göreceğim, çıkıyorum yola dedi, ne yapacağız şimdi?”
Baktım yüzüne bir süre. O böyle paniğe kapıldığında durur ve sakince
yüzüne bakarım. Yaklaşık dört saniye sonra yüz hatları gevşemeye başlar.
Önceleri şaşırıp, kızarıyor ve yanlış bir şey söyledi de ben kızdım, o yüzden
suratına bakıyorum diye utanırdı. Alıştı bana zamanla. Şimdi gevşiyor sadece.
“Var mı bugün boş bir aralık?” diye sordum.
“Hayır yok.”
“Ne yapacağız öyleyse?”
“Ben de onu soruyorum Minanım ne yapacağız?”
“Bir çay ikram edersin, açsa aşağıdan sandviç söylersin sonra da güle
güle dersin. Başka yapılabilecek bir şey var mı?”
“Yok değil mi?”
Sosyal çevremi o kadar daralttığım halde yine de sınırlarımı zorlamayacak
ve beni stres altına sokmayacak bir çevre, bir hayat kuramadım kendime. Bakınız
–yok değil mi?- sorusu. Olmadığını biliyor. Ama bir esneklik olabilir mi acaba diye
bu kıvranması.
“Hayır yok Müdananım.”
“Peki.”
Oysa kurallar ve sınırlar insanın hayatını kolaylaştırmak içindir. Bir
sıkıntı anında esnetip esnetemeyeceğini düşünerek bünyeye stres hormonu
pompalansın diye değil.
Diğer hastalarda böyle yapmıyor. Bu Tokmak Bey kadıncağızda nasıl bir
transferansa* neden oluyorsa artık, telefonda her sesini duymada soluğu odamda
alıyor. “Tokmak Bey randevu için aradı, Tokmak Bey size geribildirim vermek
için aradı, hasta çıkınca geri döneriz dedim, Tokmak Bey en yakın ne zaman
gelebilirim diye soruyor…”
İlginç bir tiplemedir Tokmak Bey. Tam bir nevrotiktir. Amasra’da
balıkçılıkla geçinen bir ailede büyümüş, şimdi de orta ölçekli bir balık
lokantasının işletmecisidir. Kulağa fena gelmiyor değil mi? Ancak siz herhangi
bir kanıya kapılmadan şunu da belirteyim; kendisinde balık da dahil olmak üzere
her türlü deniz canlısına karşı fobi var. Ayağına yosun değecek diye yedi
yaşından bu yana denize girmiyor. Zor bir hayat… Bir ara anlatırım hikayesini.
14 Mayıs 2012 Pazartesi
Pazartesi
Tuhaf tuhaf rüyalar...
Büyüdüğüm evdeyim. Daha doğrusu evde değil de o evin bulunduğu apartmanın arka bahçesinde. Arka bahçe denince duracaksın! Önemli bir simgedir bilinçaltı için arka bahçe fenomeni. Görünmeyendir. Varlığı bilinen ama kullanılmayandır. En son ne zaman ne sebepten yolunun düştüğünü bile hatırlamadığındır belki.
Çocukken oynardık oralarda.
Saklambaç, evcilik oynar, taş, yaprak ıvır zıvır toplamaya giderdik. Oldukça geniş bir apartmanın arkasını olduğu gibi düşünün ben bunları anlatırken. Bazen ateş yakardık Mahmut Amca bizi yakalayana kadar. Top oynardık beton dökülmüş bölmelerde. Zamanla buraların ekonomik değeri keşfedildi, birer cam takıldı ve her bir bölme büyük, geniş tavanlı birer dükkan haline geldi. Zaten büyümüştük bunlar olurken. Oyun hayatımızdan çoktan çıkmıştı.
Oradaydım rüyamda. Neredeyse insanın beline kadar gelen fakat kuruyup sararmış ve ya rüzgardan ya da oradan geçenlerin etkisiyle yan yatmış otlar vardı.
Korkuyordum. İçimde belirgin bir korkuyla yürüyordum otların arasında. Aklımda ne kadar uzun zamandır oradan geçmediğim vardı. Ve şaşkındım biraz da. Bu kadar ot ve bu kadar uzamasına fırsat verilmiş, sararmış ot burada ne arıyor diye düşünüyordum. Ve korkuyla yürürken birden oradaki vahşi hayvanları hatırlıyordum. Korkum daha da artıyor, etrafa daha dikkatli bakmaya başlıyordum. Tek başına mıydım? Belki yanımda korumam gereken birisi daha olabilir, emin değilim şimdi.
Etrafa daha dikkatli bakmamla sararmış uzun otların arasından bakan vahşi gözleri görmeye başlıyordum. Tilki, çakal belki... Cinsini bilmediğim vahşi kediler...
Ve fonda içimden hiç çıkmayan o korku.
Büyüdüğüm apartmanın arka bahçesindeyim, bel hizasında uzun, sık ve sararmış otlar var, korku içindeyim ve etrafta vahşi hayvanların varlığını fark ediyorum. Yolun tam ortasındayım. Geri dönmek ve devam etmek arasında güvenliği sağlamak açısından hiçbir fark yok. O kadar ortasındayım.
Duraklamıyor ve yavaş yavaş, hayvanları ürkütmemeye çalışarak yürüyorum. Her adımda otların arasından ne çıkabileceğine dair daha belirgin bir endişe taşıyorum.
Az sonra korkulan oluyor ve çenesi tuttuğunu koparacak güçte, vahşi, öfkeli ve saldırgan bir köpek beliriyor. Daha doğrusu şu an düşününce bu yaratığa köpek diyorum ama rüya sırasında onu karşımda görünce herhangi bir sınıflamaya tabi tuttuğumdan emin değilim. Tamam diyorum içimden. Bu son. Burası son nokta. Çünkü o saldırgan ve vahşi yaratıktan kaçıp kurtulmanın, bana saldırmadan yanından geçip gitmenin bir yolu yok. Birden az önce beliren vahşi kediler bile evcil görünüyor gözüme.
Sonra bakıyorum o vahşi yaratığa. Üzerine doğru çok yavaş adımlarla gidiyorum. Orası artık son nokta. Geri dönmek de kaçmak da mümkün değil. Korkmanın faydası yok.
Galiba dua ediyorum içimden. Ve içimde inançla güven arası bir duygu varlığını göstermeye başlıyor korkunun yanıbaşından.
Sonra ne oluyor dersiniz? Yaratık sakinleşiyor ve duruyor. Hala tehlikeli ve hala her an saldırabilir, saldırdığında da parçalayabilir ama duruyor işte! Hafif bir şaşkınlık duyuyorum. Daha fazla değil. Çünkü içimden sanki biraz da biliyorum böyle bir olasılığı. Ona bakıyor ve yanında usulca geçiyorum.
Bilinçaltına ilgi duyanlar için müthiş sembolik bir rüya bu. Belki bazıları alt beyin rüyası bile diyebilir. Bir anksiyete (yani kaygı) rüyası. Bilinmezlikler, arka bahçe, her an arasından korkutucu bir hayvanın çıkabileceği uzun, sararmış ve sık otlar, vahşi kediler, öldürücü ve saldırgan köpeğimsi bir yaratık...
Her biri yaradılışa uzanan arkaik korkuların uzantılarını temsil eden semboller bana kalırsa.
Ve meydan okuma, boyun eğme, üzerine gitme temaları... Korkularının gözünün içine bakarak yoluna devam etme...
Bazen benim de bir psikoloğum olsun ve ona rüyalarımı anlatayım ve beni çok özel bulsun, bilinçaltımın ortaya çıkış biçimine, mücadeleci ruhuma ve biricikliğime iltifat etsin istiyorum.
Bazen hastalarımı kıskanıyorum evet...
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)