21 Temmuz 2012 Cumartesi

Boşanmalar - hamilekamile


“Artık neden sonuç bağlantısı kuramaz olmuştum Minanım. Ne yaparsam kızacağını ne yapmazsam öfkeden gözlerinin döneceğini bilemiyordum. Öyle günler oluyordu ki, sabah uyandığında benden önce gözlerini açtı diye evde terör estirebiliyor ya da gece rüyasında gördüğü bir şeyden ötürü uyanıp hepimizi salona toplayıp tv izleyeceğiz diye tutturabiliyordu. Çocuklar daha küçük, uykulu uykulu korkudan titreyerek geceliğimin altına saklanmaya çalışıyorlar, ben sakin kalmak için çırpınıyorum… nasıl anlatsam, hangi birini söylesem ki size şimdi… “
O zamanlar şimdiye göre mesleki deneyimim daha azdı. Anlattıklarından dehşete kapılmıştım. Bıraksalar saatlerce bu hikayeyi dinleyebilirdim ama öğrenmem gereken konular vardı o yüzden araya girmek zorunda kalıyordum:
“Kaç yıl evli kaldınız?”
12”
“12 yıl boyunca bunca şiddet, hakaret ve korkuya katlanmanıza değecek ne vardı Hannibal’da?”
Bunu sormak zorundaydım.
“Haklısınız. Aslında artık kimseye bunları anlatmak istemiyorum çünkü ister istemez neden boşanmadın bu adamdan tepkileri geliyor ve ben buna verecek bir cevap bulmakta zorlanıyorum.”
“Siz boşanmak istiyor musunuz?”
“Artık istiyorum ve dava açtım. Ama geriye dönük 12 yıl boyunca yaşadıklarımı anlatmam gerektikçe sanki tüm olanları ben değil de başkası yaşamış gibi uzaktan bakıyorum evliliğime. Sanki kimse bana inanmayacak ve kusurlu ben olacakmışım gibi geliyor. 3 aydır ailemin yanındayım. Hala nereye aitim, bu geçici bir ferahlama mı yoksa rüya mı ya da acaba o yaşananlar mı rüyaydı bazen ayırt edemiyorum.”
Şimdiiii…. Buraya kadar şiddet mağduru, bir sebepten evliliğini devam ettirmek zorunda kalmış, yaşadığı travmaların izlerini üzerinden atamamış yine de aklı başında konuşup davranabilen bir kadıncağız var değil mi karşımızda?
Az durun o vakit.
“Aileniz olan biteni biliyor muydu?”
“Beş oluyorsa birini söylüyordum. Hele o hastanede yattığım zamanları falan hiç bilmezler.”
“Kulak zarınız yırtıldığındaki mi?”
“Hayır, onu da bilmiyorlar gerçi ama birkaç kez hastaneye kaldırıldım. Mesela bir kış günü çocukları okula gönderdim. O da rapor mu almıştı artık ne olduysa evdeydi o gün. Evin işleri var, o tv izlerken ben de ses çıkarmadan odaları topluyorum. Yanıma gel birlikte izleyelim diye ısrar etti. İş var falan dedim dinlemedi. Neyse gittim oturdum. Şu hani sabahları Müge Anlı’nın bir programı vardı, evden kaçanlar, kaybolanlar falan. Bak bu kadınlara da yat kalk haline şükret, seni götürüp heriflere peşkeş çekmiyorum, uyutup böbreğini, dalağını mafyaya satmıyorum, otur izle de kıymetimi bil dedi. O an kanım dondu. Sanki o öyle söyleyince yapacakmış gibi hissettim. Ağlamaya başladım. Birden kızdı. Çünkü o sırada evlenmeden önceki aşığına kaçmış bir kadından bahsediyorlardı. Başkasıyla evlenmiş ama üç çocuğunun ikisi aşığındanmış, şimdi kadın kayıpmış falan filan… Tutturdu bu sefer senin benden önce sevgilin vardı o geldi aklına ondan ağlıyorsun diye. Savuşturdum. Bu sefer de beş on dakika sonra demesin mi bu çocuklar benden mi diye? Evden dışarı bile çıkmıyordum saçmalama dedim. Neyse yine durdu. Sonra tv’deki kadınlara küfretmeye başladı. Ama nasıl küfretmek… Bütün kadınları Dünya Kadınlar Günü kutlaması diye kapalı spor salonuna dolduracaksın sonra iki kapısında 15’er kiloluk bomba patlatacaksın, geriye kemikleri bile kalmayacak diye bağırmaya başladı.”
Hatırlar mısın sevgili okuyucu daha önce evlilikte şiddetten bahsederken zamanla bu çiftlerin tencere-kapak haline gelişlerinden bahsetmiştim. Farklı bir bilinç dışı mekanizmanın zaman içinde devreye girerek şiddetin giderek bir ilişki biçimi haline gelmesi vaziyetleri… Uğradığı şiddet kadını karakter tahribatına sürüklüyor ve mantıklı düşünme melekelerini bozuyor. Çünkü aksi halde giderek zıvanadan çıkan böyle bir adamın karşısında ona cevap vermeyip susmasını beklemek ya da gidip yemek falan yapmak gerekirdi. Aslında çoktan ondan kaçıp kurtulmak gerekirdi ya neyse…
Bunun yerine “iyi de o kadını istemeden zorla sevmediği biriyle evlendirmişler, kadın da unutamadı demek ki eski sevgilisini” diyecek kadar devreler yandıysa “vay sen bana o ..rospuyu mu savunuyorsun” diye saldırtır kendine.
“Minaanım kendini kaybetti. Aklınıza gelebilecek her yerime neresiyle denk gelirse vurmaya başladı önce. Ne kadar sürdü bilmiyorum. Vücudumda darbe almayan bir yer kalmadı. Uyuştum sonra, hissetmez oldum, galiba bayılmak üzereydim ki sen bayılma numarası yapıp elimden kurtulabilir misin ..rospu diyip saçlarımdan kavradı, o zamanlar uzundu saçlarım, kestirmeme izin vermezdi, beni kalorifer peteğinin önüne sürükledi. Arası oluklu peteklerden. İşte son hatırladığım beyaz demirlerin üzerinde gördüğüm kanım ve yüzümden dağılan parçalardı. Kafamı kaç kez öldüresiye o peteğe geçirdi bilmiyorum. Günler sonra hastanede alçılar ve sargılar içinde gözlerimi açtım.”
İnanılır gibi değil öyle mi? Peki bir de şunu dinleyin:
“Her zaman öyle bir adam değildi. Allah var yukarıda her gün elleri kolları dolu gelirdi eve, buzdolabımız her zaman ağzına kadar dolu olurdu. Bizi kimseye muhtaç etmedi. Bazen öyle pişman olurdu ki yaptıklarından banyoda bana sarılır, saatlerce affet beni diye ağlar, beni soyar, yıkar, saçlarımı tarar, üzerimi giydirirdi. 12 yıl boyunca hiç kuaföre gitmedim. Boyamı alır, kendisi boyar, keserdi saçlarımı. Dünyadaki en güzel kadın sensin derdi. Yuvamız dağılmasın, mutluğumuz bozulmasın, senin saflığın temizliğin daim olsun diye yapıyorum böyle derdi. Her gün sokaklarda neler görüyorum, sen de öyle olma diye…”

“Onu hala seviyor musunuz” diye sordum.
“Çok canımı yaktı benim” diye cevap verdi. “Sevmiyorum.”
“Peki neden?” diye sordum. Neden 12 yıl katlandınız buna?”
Gülümsedi. Ön dişlerinde kırık vardı. Birden daha kadınsı ve mahcup bir havaya büründü. Ne diyecek acaba diye merak ederken neresinden çıktığını anlayamadığım bir cümle geldi:
“Çünkü çok yakışıklıydı.”
Kıssadan hisse: Şiddet zekada gerilemeye yol açar.

20 Temmuz 2012 Cuma

Boşanmalar- hamilekamile ve Hannibal


Boşanmaların ne kadar çirkinleşebileceğine dair hala kuşkusu olan var mı aramızda?
Şu aşağıdaki kısaltılmış ve bizzat blog yazarının taraflarla görüşmüş olduğu gerçek hayattan alınan öyküyü günde 3 kez tok karna öneriyorum o vakit.
Tam bir “gerçek kesit” vakası.
Ama sonunda ak sakallı dede beklemeyin zira bunlar yaşanırken insanlıktan umudunu kesmiş olabilir.
Bazı sebeplerden ötürü bu çiftle görüşme sebebimi gizli tutmak istiyorum ve bunu anlayacağınızı tahmin ediyorum.

Önce kadını görmüştüm. 2 çocuk annesi, kısa kesilmiş kahverengi saçlı, ince, orta boylu ve bakımlı görünümü olan modern bir kadındı. Yüzünde çok acı çeken insanlara özgü, onu kederlendiren hatıralarını anlatırken hemen o ana ve duyguya girmesiyle iyice belirginleşen keder çizgileri vardı.
“Biz severek evlendik” demişti. “Önceleri her şey çok güzeldi. Ama hamile kalmamla birden sanki bambaşka bir adam oldu Hannibal.” (Neden bu adama Hannibal ismini verdiğimi az buçuk tahmin ettiniz mi? )
“6 aylık hamileydim bir akşam canım nasıl kola çekti… Saat çok geç değildi. Belki on- on buçuk falan… televizyon seyrediyordu o da… işten yorgun gelir, yemeğini yer, tv karşısına geçer, ne kumandayı verir ne de benimle iki çift laf eder… tv ile konuşurdu bir tek… haberlere, dizilere, filmlere izlerken yorum yapardı, ekrandaki insanlara bazen kızıp bağırırdı, benden de çay, kahve, meyve falan isterdi…”
İşte yine böyle bir akşam hamilekamile canının kola çektiğini söylüyor ve Hannibal’dan evliliklerindeki ilk dayağını yiyordu. Ama ne dayak!
“Minaanım elindeki kumandayı bırakmadan var gücüyle sol kulağıma da isabet edecek şekilde bir vurdu… o an ölüyorum sandım… uğultular, gözüm karardı, yere düştüm… meğer kulak zarım yırtılmış. Eğer ki annesiyle babası o sırada tamamen tesadüf eseri bize uğramış olmasalar değil beni hastaneye götürmek, düştüğüm yerden bile kaldırmazdı.”
Haliyle kola istemesine neden bu kadar kızdığını merak etim ve sordum.
“Meğerse o gün üzerinde hiç para yokmuş, kredi kartıyla da bakkaldan kola alınmaz diye olmaz dedi, ben de ısrar ettim, ne var ki yabancı değil, yarın veririz dedim… demez olsaydım… sonradan bana açıklaması hamileyim diye huyum değişmesin, şımarmayayım, bugün kola isteyen yarın başka şey ister, kocasına karşı gelen günahkar bir kadın durumuna düşmeyeyim diye uyarmak maksatlı vurduğu şeklinde oldu. Zaten çok sert vurmadım dedi.”
Bu arada günah falan deyince sanmayın ki adam dindar vesaire; alakası yok. Belinde silah taşıma ruhsatı olan bir mesleği var. (Bakın bu hakkaten çok gizemli oldu, hiç tahmin edemediniz değil mi mesleğini?) Ve dini gerekliliklerini yerine getiren birisi değil.
İşte hamilekamile ilk o akşam yemiş Hannibal’in dayağını. O sırada 1 yıllık bile evli değillermiş. Ve arkası gelmiş…
“Minanım artık keyif mi aldı ne oldu bilmiyorum aradan bir hafta geçti geçmedi, daha kulağım tam düzelmemişti, bu kez de akşam yemeği yüzünden vurdu bana. Ben çalışıp eve torbalarla her türlü erzağı yığıyorum sen patlıcanı neden etli değil de zeytinyağlı yapıyorsun, üstelik tadı tuzu da yok, malzemeleri de ziyan ediyorsun diye burnumun ortasına bir yumruk attı…”
Kulağı iyileşmedi diye nezaket göstermiş, bu kez burna çalışmış. Devam ediyor;
“Sonra alışkanlık haline getirdi zaten. En ufak şeyde bağırıp çağırmaya, karşılık verecek olursam nereye denk gelirse vurmaya başladı. önceleri bir vurup bırakıyordu… zamanla birden fazla darbe, tekme, cisimle vurma, artık aklınıza ne şekilde gelirse tekme tokat tabir ettiğimiz şekilde ağzım burnum dağılana kadar dövmeye başladı.”
Tüm bu şiddet ve vahşet arasında çiftin iki çocuğu dünyaya gelmiş, zavallı çocuklar hem annelerinin karnında hem de içine doğdukları evde sürekli şiddete maruz kalmışlar. Hannibal çocuklara bir iki kez dışında pek el kaldırmamış. Aslında isabet de olmuş çünkü hamilekamile’yi dövdüğü gibi bir çocuğa saldırsa çocuğun ölmesi işten bile değil…
Neyse hastam geldi, zannetmeyin ki hikaye bu kadar, asıl sürprizi (!) sona sakladım.
-devam edecek-


19 Temmuz 2012 Perşembe

Mızıka Hanım -III


    Bu konuda ahkam kesmek bilmiyorum haddim midir ama “evlilik” kurumunun insan tabiatıyla pek uyumlu bir kurum olduğunu düşünmüyorum. Aslına bakarsanız tüm kurumların aslında insan tabiatını zapturapt altına almak için yine insan tarafından oluşturulduğunu düşünürsek bu önerme çok da temelsiz olmaz.
    Evlilikle ilgili sayfalarca içinizi bayıltıcı tespitlerimi sıralayabilirim. Evliliğin neden hem gerekli hem de mutlusunun “olasılıksız” olduğunu öyle bir savunurum ki yazının sonunda “ne dedi şimdi bu” diye kalakaldığınız gibi bir de konuyla ilgili uzman görüşü edinmek gibi -Allah muhafaza- bir gayeniz olursa yazıya başladığınızdan bin beter olursunuz. Zaten uzman olmak da budur; kafanızı ne kadar karıştırdığı oranında uzmanlığı değerlendirebilirsiniz.
    Neyse…
    Daha önce de mutlaka demişimdir, ben evlilik kurtarıcısı değilim.
    Keza “aldatmak” insanın türüne özgü bir davranış olduğu için aldatmanın gerekçeleri ve getirileri, götürüleri üzerine pekala bir hastamla konuşabilirken, benden “bunun ne kadar ahlak dışı” bir davranış olduğu konusunda onay bekleyenler de maalesef hayal kırıklığına uğrar. Herkes aldatabilir ve herkes aldatılabilir. Bu kadar.
    Eşine ihanet etme fırsatı olduğu halde etmemek bir erdemdir. Bu doğru. Ama yani karşıma gelip de kendi duyguları hiç yokmuşçasına sadistçe başkalarına etmeyi planladığı ve hatta ettiği eziyetleri anlatan bir kadına da empati yapmak gerçekten kolay olmuyor.
    Mızıka Hanım’ın tutar yerini bulmak için gerçek anlamda efor sarf ediyorum. Ve sanırım artık “bana çocukluğunu anlat” klişesine girmenin vakti geldi.
    “Anneniz ve babanızın nasıl bir ilişkisi vardı Mızıka Hanım?”
    Kısa bir duraklama. Uğradığı ihaneti, öteki kadının çirkinliğini ve kocasının ahlaksızlığını, ilgisizliğini anlatıp nefret kusmaya o kadar motive bir halde gelmiş ki, bir anda ona bildiği ilk karı-kocayı yani anne ve babasını sorunca tüm savunmaları bir anda yıkılmasa da aralanır gibi oluyor.
    “Annemle babam mı… yani işte her anne ve baba gibiydiler…”
    “Her anne ve baba nasıl peki?”
    “Yani işte bir dargın bir barışık… aslına bakarsanız onlar biraz… yani sık kavga dövüş olurdu bizim evde… babam bazen bir gider günler, hatta bazen haftalar sonra gelirdi. Annem bize işi yüzünden olduğunu söylerdi. Ama büyüdükçe sadece işi için olmayabileceğini fark ettim.”
    Aslında kimse şaşırmaz değil mi babasının mütemadiyen annesini aldattığını ve çaresiz annenin de evin en büyük çocuğu olarak Mızıka’yı kendisine dert ortağı seçtiğini, Mızıka’nın erkeklerin ne kadar güvenilmez, ihanete meyilli, evin dışında her şeyi yapıp dönüp dolaşıp kürkçü dükkanına geleceğini öğrenerek büyüdüğünü duyunca?
    Ben de şaşırmadım.
    Annesinden “çaresizliği, beklemeyi ve üfleyerek kulak kemirmeyi” öğrenmiş. Bilirsiniz ya, fareler uyuyan insanların kulaklarına üfleyerek kemirirlermiş ve böylece insanların canları yanmaz ve fare de amacına ulaşırmış. Teşbihte hata olmaz.
    İşte tam bu noktada empati yapmak ve ona yardım edebilmek için bir fırsat doğar.
    Ama başarı yüzde yüz değildir. Ve esasen an itibarıyla başarının ne olduğunun bile henüz bir tanımı yoktur.
    Öncelikle Mızıka Hanım’ın cevap vermesi gereken bir soru vardır:
     “Bana gerçekten ne istediğinizi söylemenize ihtiyacım var size yardımcı olabilmem için.”
    Anne ve babasından, annesinin geceleri ağlayarak ona dert yanmasından ve haftalar sonra babası nihayet eve gelince bir çocuk olarak aslında boynuna atılmak istemekle, annenin dert ortağı olarak babaya tavır alma görevi arasında nasıl kaldığından bahsederken nemlenen gözleri hala bu odada değil gibiydi.
    “Ne mi istiyorum? Bu çok değil mi Minanım?”
    “Hayır değil. Be hala benden ne istediğinizden emin değilim.”
    Böyle deyince tekrar gözleri pencereden dışarıya daldı. Sanki ne demek istediğimi anlamaya yaklaşmış gibiydi.


Bedbahtım

Arkadaşlar ben hep gelen yorumlara "reply" tuşuna basmak suretiyle cevap verdiğimi zannetme gafletine düşmüşüm. buna çok üzüldüm çünkü herkes bir şeyler yazarken, ekran başında bunları pis pis sırıtarak okuyan ve cvp vermeye tenezzül etmeyen bir blogger durumuna düşmüş olmayı hiç istemem. bugünden itibaren sorunu çözüyorum ve yanıtları adam insan gibi yorum sayfası üzerinden gönderiyorum. bu şekilde "bu da artiz midir nedir hiç karşılık vermiyor" dedirttiklerim varsa aranızda özür dilerim. sevgilerimle...

18 Temmuz 2012 Çarşamba

Bir sorum var ????

arkadaşlar bana gelen her yorum gmail mesaj kutuma düşüyor ve oradan onaylıyorum. ve istisnasız gelen her yoruma kısa da olsa cevap veriyorum. bazen doğrudan sitedeki mesaj sayfası üzerinden bazen de sadece e-posta olarak atıyorum. aranızda "yooo bana yorum falan gelmiyor" diyen varsa bu teknik sorunu gidermek isterim, teşekkürler...

Valla geldi !!


Şimdi tam olarak şöyle oldu:
İçerideki hastanın çıkmasına az bir zaman kalmıştı. Tam gözüm saate iliştiği sırada kapının çaldığını duydum.
Görüşme bitti. Hasta çıktı. Oda spreyi sıkıldı. Müdananım içeri girdi ve:
“Minaanım bir misafiriniz var” dedi.
Adamı ayağıma getirtecek halim yok. “Aa öyle mi Can Bey mi geldiler?” diye yalandan teatral bir replikle etekleri “gözleri aşka güleeen!!” şarkısıyla zil çalar vaziyette salona geçtim.
Ayağa kalktı beni görünce. Gülümsedi. Ah o gamzeler…
Tahmin edebileceğiniz üzere 85 milyon yıldır bu anı beklediğim için bana bir gün önce telefonda “gelirim” dediği saatten itibaren tüm randevuları iptal ettirmiştim Müdananım’a. Eh o kadar olsun değil mi sevgili okuyucu?
Ancak sanılmasın ki ben aşkımdan perişanken gidip o “kete”yle nişanlandığını, nişanlandığı yetmezmiş gibi bir de üzerine evlendiğini unuttum! Ve sanılmasın ki her şeyi affettim! Hayır tabi ki.
Gerçi diyeceksiniz ki “be şaşkaloz adama hiç hislerini söyledin mi, ona doğrudan bir mesaj verdin mi de gitti başkasıyla oldu diye onu suçluyorsun?”
Ben bir Türk kadınıyım önce onu bi aklınızdan çıkarmayın ! Asla ve kat’a gidip de bir erkeğin karşısında “ilk adımı atan taraf” olamam. Öldürseniz olmaz yani. Tabiatım müsait değil buna. Yaradılışım yamuk.
Yapan kadınları ne kınarım ne de takdir ederim. “Yapan yapar bana ne” tepkisi benim için en münasip olanı.
O yüzden duvarımdaki diplomalar, efenime söyleyim okuduğum zibilyon kadar kitap, yazdığım tezler, aldığım sertifikalar, onlar, bunlar bir yana benim “üç harfli”nin gözlerimden ona olan hislerimi anlayabileceği beklentisinden zerre kadar geri adım atmamam diğer yana.
Anlamalı! Bir erkeğin genetik programında vardır karşısındaki kadının ona meyli olup olmadığını anlamak. İnsan nesli bununla devam eder. O yüzden bana kimse masal anlatmasın !
Zaten “üç harfli” de öyle reddedilme falan korkusu yaşayan bir tipleme değildir. Son derece girişken, atak ve zıpkın tabiatlı olduğunu sağır sultan duymuştur. Ha sorarsanız çok mu yakışıklı diye, bir Kadir İnanır değil, ama benim gözümde kıyas kabul etmez. Farklı bir çekiciliği vardır. Hani şu “doğuştan arıza”lardan biraz ama görünürde hazaaa beyefendi!
Havadan sudan, “kaç yıl oldu”dan, “hiç değişmemişsin”den, “aman canım sen de çok iyi görünüyorsun maşallah”tan falan hoş bir girizgah yaptık önce ortaya.
Tahmin etmediğim kadar uzun oturdu. Eh artık onunla böyle son kez karşı karşıya oturduğumuz zamanki Mine değilim ben de. Pek çok yaşanmışlık ikimizin de silemeyeceği izler, çizgiler bırakmış yüzlerimizde. (Çizgi dediysem benimkiler “ince çizgi” belli belirsiz, bir yanlış anlama olmasın!) Tabi aramızdaki 12 yaşı düşünürseniz onun yaşı artık kemale ermiş. Tadından yenmez çağında… Üzerime çöktüğünü zannettiğim olgunluk ve beni hemen her ortamda bir şekilde cazibe merkezi yapan mesleki duruşum (ay bayılcam, narsizmin doruklarındayım bugün !!) ister istemez onu da etkisi altına almış olabilir. “Çeperi auralı” da diyebilirsiniz bana.
Erkekler onları dinleyen ve dinlemekle kalmayıp bir de anlayan bir kadınla karşılaştıklarında bence dünyanın geri kalanını bir süreliğine de olsa tamamen unutabilecek yapıdalar. Sonra çoğu kalkıp evine, karısına gider zaten, tövbe tövbe, neyse…
Onu biraz yorgun gördüm. Eski havailiğinden pek bir şey kalmamış. Biraz durgun hatta, biraz keyifsiz…
Onu şefkat manyağı olacak şekilde  rehabilite edecek şeytani (!) planlarım var …

16 Temmuz 2012 Pazartesi

Üç harfli rüyalar


“Rüyamda üç harfli gördüm Müdananım!”
Yemedi. Yer mi? Yemez. Artık sesimin tonundan anlıyor ciddi miyim değil miyim. Gözlerini kısarak manalı manalı baktı.
“Hangi üç harfliymiş o bakiiim?”
Sanki bilmiyor.
“Yeşil beyaz kareli bir gömlek giymiş, böyle kollarını dirseğine kadar sıvamış, altında krem gibi keten pantolon vardı, güneş gözlüklerini böyle sıyırıp başının üzerine koymuş, gülümseyerek bir şeyler anlatıyordu bana…”
“Bizimla deilsın deseydiniz Minaanım, o kadar giyinmişsin ama olmamış deseydiniz sonra da!” Kahkaha patlattı arkasından.
“Müdananım şurda ciddi bir şey anlatıyorum, aşk olsun.”
“Tamam tamam dinliyorum.”
“Bu kadar”
“Nasıl bu kadar?”
“Basbayağı bu kadar işte.”
“Yorumlayabilmem için daha fazla doneye ihtiyacım var benim yalnız.”
“E ama bu kadar gördüm.”
“Neyse o zaman bir dahaki sefere inşallah.” Dedi ve çıktı odadan.
Sabahki bir sahneydi bu.
Böyle görürüm bazen onu rüyamda. Özel hayatımda işler umduğum gibi gitmediğinde, kendimi günlük hayatta yalnız ve sevgisiz hissettiğim ama bunu bastırarak hiç de öyle değilmiş gibi davrandığım dönemlerde en çok. Hep uzak mesafededir, ya hiç konuşmaz benimle ya da konuşsa bile gözlerime bakmaz. Bunun nedenini bilmiyorum. Sanırım rüyalarımda bile Can tarafından reddedilen ve bu konumu hiç sorgusuz kabullenmiş ezik ve mazoist bir tarafım var.
Ama bu sefer ne oldu sevgili okuyucu?
Hadi bil ne oldu??
Az önce cep telefonum çaldı ve ekrana bir baktım; o da nesiiii????
Gelen arama “Üç Harfli”
Nasıl “cool” ve elit davrandım, nasıl beş yüz milyon gündür bu anı beklemiyormuşum gibi konuştum, bir görseniz benimle gurur duyardınız.
“Sizin oralar uygun mu ev-ofis için Mine ne dersin” diyo bana! Lafa bak! Olmasa bile şehrin imar planını değiştirir karşındaki aloooo!!!
“Valla olabilir aslında Can, bir bakalım istersen.” O sırada emlak sitesine girilmiş bilgisayardan, bir yandan arama kriterlerini işaretliyorum!
“Tamam ya olmazsa yarın bir uğrayayım, hem seni de görmüş olurum hem de bakınırım biraz.”
“Aaa tabi beklerim, adresi vereyim ben sana.”


Eksi kırk derece soğuk suda bile yüzerim inanın ki !!!


Menekşe III


“Çok kötü bir hafta geçirdim Minaanım çok!”
Gerçekten de her zamankinden farklı bugün. Saçları gelişigüzel toplanmış, yüzünde makyaj yok, gözlerinin altı kahverengimsi bir renk almış, kıyafetleri özensiz.
“Ne oldu Menekşe geçen görüşmemizden sonra, neler yaptın?”
“Zaten sorun da bu! Hiçbir şey! Hiçbir şey yapamadım. Ben hayatımla ilgili bir şey yapmam gerektiğinde hiçbir şey yapamıyorum.”
Evet, insanlar olayları anlatırken ve özeleştiri yaparken fazlaca (!) genellemeye başladıklarında depresyonun kapıda olduğundan kuşkunuz olmasın. Ama bu sizi korkutmasın. Hani şu meşhur “en dibe vurmadan hızlanıp yüzeye çıkamazsın” benzetmesini bilirsiniz. Klişedir ama bence gayet isabetlidir. Bu depresif durum, beklenen ve o dibe vuruşu getirecek ivme olabilir. Tabi olmayabilir de…
“Bunca yıl bir aşk masalına inanıp kendisini yere göğe konulamıyor zanneden ve yüzüne baka baka yalan söylenen benim ama şimdi bunu artık bildiğim halde yine de bir şey yapamıyorum. Bu kadar aciz bu kadar karaktersiz bu kadar pasif olabildiğime inanamıyorum! Kendimden nefret ediyorum!”
Eh haksız sayılmaz ama onu bununla yüzleştirecek değilim elbet.
“Bence ben bütün bunları hak ettim. Benim gibi bir kadın tüm bu yalanlara senelerce oyalanamaya ve günün birinde başkasıyla evlenir diye bekareti bozulmadan bir kenarda süs köpeği gibi tutulmaya layıktır!”
Ve ağlamaya başladı. Bir psikolog odasının olmazsa olmazı nedir biliyor musunuz? Hastanın ulaşabileceği yerde bir kutu “ağlama mendili.” İçinden bir tane aldı ve o yetmeyince bir tane daha…
Biraz sakinleşir gibi olunca sordum:
“Tam olarak ne yapmak istedin ve yapamadın?”
“Biliyorsunuz işte!”
“?!?!?!”
“Geçen sefer bütün bunları konuştuk ve sizce kandırıldığını fark eden bir kadının ne yapması gerekir?”
“Bilmem ne yapması gerekir?”
“Minaanım siz ciddi misiniz? Yani bakın gerçekten benim bu tür akıl oyunları için hiç aklım falan da kalmadı, benimle oyun oynamayın lütfen.”
“Akıl oyunları mı? Menekşe geçen görüşmede konuştuklarımızı gayet iyi hatırlıyorum ama sen bu odadan bir karar vererek çıkmadın. Çıktınsa da bunu benimle paylaşmadın. Ve evet böyle bir durumda bir kadının ne yapması gerektiğine dair bir şablonum yok o yüzden bilmiyorum ne istediğini. Şimdi lütfen sen söyle.”
“Öyle mi oldu gerçekten? Hay Allah ben öyle sandım aslında… ama… neyse yani zaten bir şey yapamadım… çıktım buradan, eve gittim, o gün telefonlarını açmadım. Zaten iki kere aradı. Sonra eve gitti. O evdeyken, yani ailesiyle birlikteyken hiç aramam. Ne olur ne olmaz diyerek buna dikkat ederim. O tabi bilmediği için benim ne halde olduğumu ertesi gün neredeyse akşamüzeri olmuştu beni aradığında. Yine açmadım. Mesaj çekti, “iyi misin” diye. Cevap vermedim. Sekreterine bizim evi arattı. Anneme yok dedirttim. Böyle tam 3 gün kestim irtibatı. Sonra dördüncü gün kalktı iş yerime geldi. Ama ben perişanım. İşte aynı bugün olduğum gibi. Ağlamaktan gözlerim şiş… hiçbir şey söylemedim, açıklama da yapmadım, hesap da sormadım, kovdum neredeyse yanımdan. “Senin biraz zamana ihtiyacın var herhalde, regl falan mı olacaksın ne oluyorsun” deyip gitti. Sonra tabi canımlı, bitanemli, bebeğimli mesajlar…”
“Menekşe?”
“Efendim?”
“Yapmak istediğin bu muydu?”
“Nasıl yani?”
“Yani geldiğinden beri yapamadım da yapamadım dediğin nedir hala anlamadım ben.”
“Onu terk etmem gerektiğini düşünüyorsunuz!”
“Ben hiçbir şey yapman gerektiğini düşünmüyorum. Soruyorum sana.”
“Ama aklı başında olan bir kadın böyle benimki gibi bir durumda biraz gururlu davranır ve restini çeker değil mi?”
“Rest?”
“Evet rest. Ya ben ya ailen der.”
“Aklı başında bir kadının ne demek olduğunu bilmiyorum o yüzden sen bana kendin ne istiyorsun onu söyle.”
Düşündü… düşündü… düşündü…
“Ondan ayrılmam gerekir.”
Bekledim… bekledim… bekledim…
“Yani iki tane çocuk var ortada, nasıl onların dünyasını altüst etmesini isterim?”
Ve yine bekledim…
“Minaanım benim bir gün bir başkasıyla evlenebileceğim gerçeğiyle yaşıyor ve bu nasıl bir erkeklik? Bu beni mahvediyor… ölüyorum sanki…”
Ve yine ağlamaya başladı…

15 Temmuz 2012 Pazar

Bir arkadaş


Dün bütün gün evde ense yaptım, değmeyin keyfime !
Kitaplarımı düzelttim, dvd’lerimin, cd’lerimin tozlarını aldım, giymediğim kıyafetleri toplayıp paketledim, bir ferahlık geldi üzerime…
Sevmiyorum gereğinden fazla eşyayı artık. “Artık” diyorum çünkü eskiden aldıkça alır, dolapları doldurdukça doldururdum.
Boşuna…
Çok gereksiz…
İnsan dolapta onlarca tişörtü varken sürekli o en sevdiği “siyah” olanı yıkayıp yıkayıp artık delinene kadar giyiyorsa, uzayda gereğinden fazla yer işgal etmemelidir. Hem zaten fark ettim ki fazlalıklar insanın nefes alanını daraltıyor ve omzuna yük bindiriyor. Belki tamamen hüsnüm ve kuruntumdur bilemiyorum… ama ben artık evimde fazlalık istemiyorum. Eskiyeni atıyorum, fazlayı veriyorum…
Akşamüzeri Müjdat uğradı dün. Böyle söyleyince pek hoşlanmıyor kendisi “Müjde”yi tercih ediyor ama art niyetli olmadığımı bildiği için pek de çıkarmıyor sesini. Onunla bizim arka sokakta bir kış gecesi tanışmıştık. O sokakta onun gibi olan ve onunla aynı işi yapan belki ondan fazla kişi var ama biz sadece Müjdat’la arkadaş olabildik. O farklıdır çünkü. Huyu suyu değişiktir. Okuldan dönünce çocuğunuzu almasını isteyeceğiniz, bir yere giderken anahtarı ne olur ne olmaz diye bırakabileceğiniz samimi bir komşu gibidir. En azından komşunuz olmasını isteyebileceğiniz biridir.  İyidir yani.
Dün hem beni sevindiren ama sevindirirken de aynı anda alnımdaki endişe çizgilerini aktive eden bir haber verdi bana; “artık sigortalı, mesaili düzgün bir iş arıyorum Mine” dedi.
Açıkçası haklarında genelleme yapacak kadar çok sayıda travesti tanımıyorum arkadaşlar. Ancak gördüğüm, duyduğum ve karşılaştığım kadarıyla bazıları “mecburiyetten” fuhuş yapıyorken bazıları için bu bir “tercih”. Bu konuda atıp tutmaya ve sosyo kültürel tespitler yapmaya başlasam zibilyon kadar paragraf yazabilirim. Ama şu an buna ne isteğim var ne de takatim… zaten bana ne?
“Peki mesaili iş arıyorum derken, hangi kimliğinle arıyorsun?” diye sordum haliyle.
Gerçi her iki kimliğiyle de “farklı” olduğu için sıradan bir iş yerinde aklınıza gelen gelmeyen bir sürü sıkıntı yaşayacağı zaten az buçuk belli.
“Gündüz çalışmak istediğim için Müjdat olmaktan başka çarem yok,” dedi. Sesi mahzun ama verdiği karardan da yüzüne bir mağrur ifade gelip oturmuş.
“Tamam”, dedim “ben bir sorup soruştururum sağa sola.”
Çok sevindi.