Bilmem inanır mısınız kemiklerim sızlıyor ?
Acaba fiziksel kuvvet gerektiren bir mesleğim olsa halim nice olurmuş?
Yorgunluk insani ve arkaik bir oluş hali. Dinlenmeyi güzel kılıyor. Hatta
öyle ki fena halde yorası geliyor insanın bazen kendini doya doya dinlenebilmek
için.
Erken sayılabilecek bir saatte geldim eve. Timur her zamanki gibi
pencerenin önünde dışarıdan yükselen restoran kokusuna karşı keyifle kuyruk
sallıyor. Çünkü birazdan aşağıdan zilimiz çalacak ve upuzun bir çamaşır ipiyle
sarkıtacağımız sepetimizle hem bana hem de Timur’a köfte ve tavuk kanatları gelecek.
Hemen her akşam aynı saatlerde çalar kapı. Eğer evdeysem sallarım sepeti. Değilsem
Timur kendi kendini yalamaya devam eder.
Geçen yıl restoran sahibi ile bazı kiracılar arasında ciddi ve silahların
ortaya çıktığı bir tartışma yaşandı. Sebep o kadar saçmaydı ki şimdi tam olarak
hatırlamıyorum bile. Bir saate yakın hepsini toplayıp bir nutuk çekmiş ve
kiracıları ikna etmiştim. Galiba restoran sahibi haklıydı. Otopark ve çöplerle
ilgili bir konu gibi kalmış aklımda. Neyse efendim, bazı mesleki “telkin”
kalıplarını da kullanarak ortalığı süt limana çevirmiştim. O zamandan beri
vaziyet budur. Önceleri ne kadar yok, olmaz desem de Diyarbakırlı bir restoran
sahibinin ne kadar ısrarcı (!) olabileceğini anlatsam inanmazsınız. “Hocam sen
bu paketi almazsan getirir kapına koyarım, bir koyarım, iki koyarım, üçüncüde
artık bunu hakaret sayarım.” Yeterince ikna ediciydi.
Evlere şenlik bir de hanımı var! Üçüncü. Yanlış anlamayın üç numara
değil, resmi nikahlı üçüncü eşi ve yaklaşık olarak kendisinden yirmi yaş kadar
küçük. Bana terapiye gönderiyor. Başlı başına bir alemler, şimdi iki üç
cümleyle geçiştirilecek gibi değil… Belki sonra.
Bugün Kalecik karası bana hafif gelecek hissiyatıyla Boğazkere/Öküzgözü
açtım. Şerefinize…
Aslına bakarsanız, görüşmeler bittikten sonra nadiren bir hasta aklıma
gelir bir sonraki görüşmesinin olduğu gün listede adını görene kadar. Bunu kesinlikle
umursamazlık olarak yorumlamayınız rica ederim. Hayatımı sürdürebilmek için
buna mecburum.
Bir terapi seansı boyunca tüm
duyularımla ve dikkatimle ve beynimdeki tüm proteinleri sentezleyerek
karşımdaki hastaya ait olurum. Yorucu bir iştir. Başarı getirir. Ama seans
bittiği anda çıkarım transtan. Evet bunu bir tür “trans” olarak adlandırıyorum.
Asla zihnimi gerekenden fazla meşgul etmesine izin vermem çıkan hastanın. Ama söylediği
ve yaptığı hiçbir şeyi de unutmam. Zamanla ve kendiliğinden oluşan bir tavır
bu. Neyse…
Ama işte bazen öyle hikayelerle kuşatılır ki etrafınız, görmezden
gelebilmek için mutant olmanız gerekir.
Bugün Rapunzel’den bir e-posta daha aldım. Kalem’le ve kendisiyle ilgili
yazdıklarımı okumuş. Benim yazarken onun da okurken hüzünlenmememiz imkan
dahilinde değildir zaten. “Binlerce kilometre uzaktan yine hatırladım, ağladım,
ağladım, ağladım…”yazmış.
Ben ağlamadım. Ama fazlasıyla detaylı, sanki her şey dün olmuş gibi, tüm
renkleri capcanlı, ortamdaki tüm sesler ve kokularla birlikte kaydettiğim
anılar bir film gibi başa sarıp oynadı.
Kapı!!
Gelirim yine…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder